Edebiyat, Korkoro

Bandini’yi Toza Sormak

Elbette yerinde ağır, çakılı, kıpırdamaz bir kütleye sormayacağızdır. Toza soracağız o rüzgarla dans eden, rotasız harekete. Başka kime sorabiliriz ki Bandini’yi? Belki de kendisine en yakın saydığı Meksika tenli Camilla’ya ki o da sonunda küçük dostuna bir kap süt bırakıp şu tepelerin arkasında görünmeyen bir yerlere kaçıp gitmiştir.


John Fante’nin Toza Sor kitabı, bizi Bandini adlı yazarıyla kendi serüvenine dahil eder. Sesli düşünen bohem bir yazarın samimi bir anlatımıdır Toza Sor. Kendisine olaylar icat eden, olaylardan duygulanımlar, düşler devşiren ve girdiği atmosfer içerisinde bir kaybolan bir gün yüzüne çıkan bir Bandini vardır karşımızda.


”Fante benim Tanrı’mdı.” diyen BukowskiToza Sor ile tanışmasıyla ilgili olarak yorumu şöyle olacaktı: ”Cümleler sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı.” (Fante, Toza Sor, Parantez Yayınları, 2. Baskı, Önsöz) Bu kayışları ve yuvarlanışları elbette sadece kendine özgü enerjisiyle açıklamak zaruridir. Toza Sor’u, kendine özgü bir klasik yapan da bu enerjinin temas ettiği bedenlere bulaşmasındaki başarıdır. O akışkanlığı hissederiz.


Bu nefes aralığında Deleuze’nin birkaç sorusunu hatırlamakta fayda var: ”Soru şu değildir: Doğru mu? Ama şudur: Çalışıyor mu? Hangi yeni düşünceleri düşünebilme olanağı yaratmaktadır? Hangi yeni hissetmeleri hissedebilme olanağı yaratmaktadır? Bedene hangi duyumsamaları (sensations) ve algılamaları (perceptions) açmaktadır?” (Aktaran: Ömer Faruk, Yarabıçak, ithaki yayınları, sf:130)


Sanat eserlerinin yahut özelde kitapların bizde yarattığı etkinin nedeni, duygulanımlar ve akışlardır. Deleuze’ye göre nasıl ki felsefe kavramlar icat eder, sanat da yeni duygulanımlar icat eder ve yeni bir halkın gelişini önceden müjdeler, Toza Sor’u bu bağlamda düşünebiliriz. Bu “halk” yüzyıllardır yerleşik yaşamın standartlarının ötesinde kaçış çizgisini kovalayanlardır. Buna gündelik yaşamda rastladığımız gibi edebiyatta da rastlamak fazlasıyla mümkündür.



Fante’nin Bandini’si de gariptir ama cıvık bir arabeskin içindeki gariplik değil bu. Tam anlamıyla tanımlanamaz, yakalanamaz bir oluşu vardır. Bir feminist duyarlılıkla Bandini’yi cinsiyetçi koduyla tanımlamaya kalksak bir süre sonra yanıldığımızı düşündüren pasajlarla çıkar karşımıza. Erkekliğinin kurgusal büyük özgüveni, yerini kendini acındırmaya, zavallılığa bırakmıştır. “Irkçı mı acaba?” diye kod vursak, yine tersyüz eder. “Zenginliğe hayran mı?” desek, bir süre sonra satın aldığı pahalı takımları üzerinden yırtarcasına soyunduğuna şahit oluruz. Ya da öykülerini yayınlayan editörüyle ilişkisi. Bandini, editörünün fotoğrafını odasının duvarına asmıştır. Güleriz buna, komiktir çünkü, en az ülke kurucusunun ya da parti liderini insanların evlerinin, ofislerinin duvara asması kadar komik.


Bandini’nin elinde para çok garip bir şeye dönüşüyor. Beylik bir lafla paradan nefret ettiğini söylemiyor ama onu çarçur etmekten büyük bir zevk alıyor, paranın tiranlığını kendi yöntemleriyle rezil ediyor. Öyküleriyle para kazanıyor ama şu klasik şey, ne bir birikim ne geleceğe bir yatırım, hiçbirini yapmıyor. Cömertçe çarçur ediyor, yersizyurtsuzlaştırıyor, parayı değil, kendisini, çünkü para onu belirlemiyor.



Bandini’yi hem anlıyor hem anlamıyoruz okurken. Camilla, romanında Bandini’nin aşık olduğu kadındır ama Camilla’dan hoşlanıyor mu, hoşlanmıyor mu? Hoşlanıyor ama kendi tarzında, hoşlanmıyor ama kendi tarzında. İlk karşılaşma fasılları özellikle ve tabii sonrası. Bir yargıç Bandini’nin hikayesi için net bir karar veremezdi. Çünkü ne öyle ne de böyle. Ama yürüyen bir şeyler var hikayede, akıyor ya da taşın suda sekmesi gibi bir şey, sekiyor, bir süre sonra taş derinliklerde kayboluyor, göremiyoruz, bulanıyor, yeteri kadar dibe battığında, taş, uzun dilli yeşil çilli bir kurbağaya dönüşüyor ve vaklıyor, şaşırtıyor, gülüyoruz. Caddede kaldırım üzerinde sekerken nasıl bir olay yaratacak diye merakla bekliyoruz.


Çünkü Bandini, başıboş, kendi bohem tarzında. Küçük olaylardan büyük düşler yaratabilir ya da büyük buhranlar. Buhrandaki çatlamadan sızabilir ama Bandini, sözgelimi milyonlarca memurdan biri olsa idi, onun yaşayacaklarını tahmin edebilirdik. Belirlenmiş bir çizgi üzerinde gidip gelmenin sıkıcılığı bize çok çekici gelmeyebilirdi ya da memur olacaksa da Gogol’un, Kafka’nın ya da Melville’nin memurları gibi olmalıydı. Çünkü, yaşamın ışığı her zaman çatlaklardan sızacaktır. Güneşin ışıklarının çıplak başımızın üzerine çarpması ile kapatıldığımız bir hücrenin duvarlarındaki bir çatlaktan sızıp başımıza çarpması farklı olaylardır. Buna, kendi deneyimlerinizden ya da eğer izlediyseniz Kaurismaki’nin ’92 yapımlı siyah beyaz La Vie de Boheme filminden aşinasınızdır.



Bu yazı da kitabın ne bir tanıtımıdır ne de eleştirisi. Binlercesi vardır zaten ama okurken bize kitaptan bulaşan duygulanımları ve enerjiyi yazıya dönüştürmek, gerekliliği üzerine düşünmek gerekiyor. Bu, kitaba temas etmek ama dışına da sıçramayı gerektirir. Kitaplar zevk verir ama zevk nesnesi değillerdir. Zevk vereceği için değil, okuduğum için zevk alırım. Kitap, tüketilecek bir şey de değildir ama kaçırılacak bir şeydir, kaçırıp onu bir alet çantası olarak kullanmak, onu gerekirse bükmek, suyunu çıkarmak gerekir. Okumak eylemi, benin ben olmaktan çıkması, kitabın kitap olmaktan çıkmasıdır.



Okur ile yazar arasındaki ikili, sabit belirlenmişliğin dağılması ve arasındaki oluştur. Hiçbir kutsaliyeti yoktur kitapların. Bir fikir uyanır, bir zar delinir ve yarık genişler. Akışlar o bedenden bu bedene geçer. Bedenler, hem bir arzu makinesi hem de arzunun köprüsü gibidir; rüzgarın ağaçla dansı, toprağın yağmurla sevişmesi. Yahut toz olmak!

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Imagine / Hayallerin Ötesinde

Baran Sarkisyan