Felsefe, Pasajlar, Psikoloji

Diderot Effect (Diderot Etkisi), Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık

Satın aldığımız her şeye gerçekten ihtiyacımız var mı? İmkanlarımız dahilinde hatta imkanlarımızı zorlayarak yeni ürünler almaya, teknolojik aletleri en son sürüme yükseltmeye ve hayatımızı ihtiyacımız olmayan şeylerle doldurmaya devam ediyoruz. Modern tüketim, “kendimizi sahip olduğumuz şeyleri kullanarak tanımlamamıza”, bir nevi meta fetişizmine, sahip olduğumuz eşyaların kişiliğimizi ve toplumdaki yerimizi yansıttığı yanılgısına neden oldu.


Bir pantolon almaya karar verdik diyelim, reklamlar bunu bizlere “kombinler” halinde sunuyor. Halihazırda bulunan kıyafetlerimizle bir bütün oluşturmak yerine, var olanları beğenmeyip reklamda bize sunulan seçeneklerle isteğimizi tamamlamaya yöneliyoruz. Bilinçli yahut bilinçsiz şekilde ihtiyacımız yokken bile bir tüketim sarmalına çekiliyoruz. Mağazalarda ya da reklamlarda uygulanan eşleştirme ve tasarımlar bu mantıkla yapılır. Bu tür bir manipülasyona kapılma durumu Diderot Etkisi olarak ifade edilir. Diderot Etkisi, yeni bir mülk edinmenin ya da bir eşya satın almanın genellikle daha fazla yeni şey edinmenizi sağlayan bir tüketim sarmalı yarattığını söyler.



Peki neden Diderot?


18. yüzyıl aydınlanma çağı düşünürlerinden Fransız yazar ve filozof Denis Diderot’nun borç içinde olduğunu duyan Rus imparatoriçesi Büyük Katerina Diderot’nun kütüphanesini satın alıp 25 yıllık maaşını da peşin ödeyerek onu zor durumdan kurtarır. Maddi durumu düzelen Diderot’ya bir arkadaşı çok şık bir kadife sabahlık hediye eder. Giydiği yeni sabahlığın verdiği keyifle çalışma masasına oturan Diderot bu eski masanın yeni ve gösterişli sabahlığına hiç uymadığını fark eder. Aldığı yüklü miktar paranın verdiği rahatlıkla yeni bir çalışma masası alır. Ancak bu kez yerdeki eski halı sabahlığına ve masasına yakışmamaktadır. Yeni bir halı alır. Bu şekilde eski resimlerini, koltuğunu, duvar halısını, sandalyelerini derken evindeki her şeyi tamamen yeniler. Sonunda bütün parası biter ve yine borçlanır. Ancak o zaman aklı başına gelir ve kendisini nasıl bir tüketim çılgınlığına kaptırdığını anlattığı “Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık” adlı bir yazı yazar. Bilinçli bir alışveriş düşüncesiyle yapılmayan ve ihtiyaç olmadığı halde alınan şeyleri açıklayan bu tüketim sarmalından bahseden ilk kişi olduğu için anlattığı kavrama “Diderot Etkisi” denmektedir.


Diderot şöyle der: “Eski sabahlığımın efendisi idim, yeni sabahlığımın kölesi oldum.”


Diderot’nun temasını bozan tek bir eşyayı bile alması, odasındaki her şeyi yeni cübbesinin görkemine uyacak şekilde değiştirme girişimine yol açtı, onu neredeyse iflas ettiren kısır bir tüketim döngüsüne neden oldu.


Diderot Etkisi iki parçalı bir fenomendir. Alışveriş alışkanlıklarımız hakkında iki varsayıma dayanmaktadır. Bu fikirler şunlardır:

 

• Müşteriler tarafından satın alınan mallar, kimliklerinin bir parçası haline gelir ve birbirini tamamlama eğilimindedir.

• Bu kimlikten sapan yeni bir öğenin tanıtılması, yeni ve uyumlu bir bütün oluşturma girişiminde bir tüketim sarmalına neden olabilir.


Aslında bu durum arzunun peşinden gitmenin neden mutlak mutluluğa yol açmayacağının mükemmel bir örneğidir. En azından maddi mallar söz konusu olduğunda, bir satın almanın bir sonrakine yönelik arzuyu beslediğini, bu durumun bir tatmin duygusu yerine hüsran getirdiğini gözler önüne seriyor. Her şeyin aşırısı gibi tüketimin de aşırısı birçok farklı açıdan zararlıdır.


Varsayalım ki elimizdeki telefonun bir üst modeli piyasaya sürüldü ve aslında hiç ihtiyacımız yokken “statü sembolü” olarak yeni model telefonu aldık. Bu son derece pahalı yeni telefonla uyumlu imaj oluşturabilmek için yeni alışverişler yapmaya başladığımız an tüketim sarmalına kapılmış oluruz. Çünkü aldığımız bu ürünlerin bizi arzu ettiğimiz yaşam biçimine kısa yoldan taşıdığı yanılgısına kapılırız.


Terfi ettiğimizde gardırobumuzu yeni pozisyona uygun değiştirmek, yine o konuma uygun yerlerde yemek yemek, konumu bütünleyecek ürünleri, markaları kullanmak da bu duruma örnek olarak gösterilebilir (Gestalt Etkisi bağlamında da ele alınabilir.).


Modaya, çağa, belirli bir konsepte veya tarzımıza uymadığı sürece herhangi bir kıyafeti ya da eşyayı kullanmak istemiyoruz. Bu durum ise Diderot Bütünlüğü ile ifade edilir:

 

• Satın aldığımız her yeni nesne, bulunduğu / kullanıldığı yerdeki diğer nesnelerle uyum sağlamaz.

• Yeni nesne ile uyum ve bütünlük yaratması için eski ve yıpranmış diğer nesnelerin de yenileriyle değiştirilmesi istenir.

• Nesnelerin gerçek etkisi ve değeri bir bütün içinde anlam ve işlevsellik taşır.


Hem fiziksel hem de dijital ortamlarımızı karıştıran reklamlar ve mağazalardaki gösterişli mankenler yokken Diderot 18. yüzyılda bunu bizlere nasıl anlattı? İşte “Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık”:


Neden saklamadım onu sanki? O bana alışmıştı, ben de ona… Vücudumu sıkmadan bütün kıvrımlarını sarıyordu; göz okşayıcı ve yakışıklıydım. Diğeri kaskatı ve kolalı, beni hantal gösteriyor. Oysa berikinin teveccühü her ihtiyacı karşılamaya hazırdı – malum, fukaralık hep vazifeşinastır. Bir kitap tozlanmayagörsün, silmek için eteklerinden biri hazır ve nazırdı. Koyulaşan mürekkep, tüy kalemimden akmayı reddetse, yan tarafını uzatıverirdi. Üzerindeki uzun siyah çizgilerden belli olurdu bana sunduğu hizmetler. Bu uzun çizgiler littérateur’ü, yazarı, çalışan adamı ele verirdi. Oysa şimdi işe yaramaz bir zengin havası geldi üzerime. Kimse kim olduğumu bilmiyor.

 

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Ötenazi Hak Mıdır?

Onun içindeyken, ne bir uşağın sakarlığından korkardım ne de kendi sakarlığımdan; ne alev alacak diye endişelenirdim, ne de üstüne su dökülecek diye… Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim. Yenisinin kölesi oldum.

 

Altın postun başında nöbet tutan ejderha tasalanmamıştır benim kadar. Endişe sarıyor dört yanımı.

 

Genç bir kızın nazına, merhametine teslim olmuş karasevdalı ihtiyar, sabahtan akşama sızlanır durur, “nerede benim o iyi, o eski kâhyam” diye. “Onu bu kız yüzünden kovduğum gün hangi şeytana uydum kim bilir!” Sonra da ağlar, iç çeker.

 

Ağlamıyorum, iç çekmiyorum, ama içimden sürekli şöyle diyorum: Alelade kumaşı allayıp pullayıp ona fiyat biçme sanatını icat edene lanet olsun. Saygı ve hayranlık duyduğum şu kıymetli giysiye lanet olsun. Nerede benim o eski, alelade kumaştan, mütevazı, rahat çaputum?

 

Dostlarım, eski dostlarınızı muhafaza ediniz. Dostlarım, varsıllığın size dokunmasından sakınınız. Benim durumum size ibret olsun. Yoksulluğun kendine has özgürlükleri vardır, zenginliğin de mahzurları.

 

Ey Diogenes! Tilmizini Aristippos’un şatafatlı harmaniyesi içinde görseydin kim bilir nasıl gülerdin Ey Aristippos, bu şatafatlı harmaniye için az alçaklık yapılmadı. Senin mülayim, dalkavukça, kadınsı yaşamınla, çaput giyen kiniğin hür ve katı yaşamı arasında nasıl da fark var. İçindeyken dünyamın efendisi olduğum fıçıyı, bir zorbaya kulluk etmek için bıraktım ardımda.

 

Fakat hepsi bu değil dostlarım. Lüksün tahribatına, sürekli artan bir lüksün neticelerine kulak verin.

 

Eski sabahlığım, etrafımdaki diğer döküntülerle ahenk içindeydi. Bir hasır sandalye; bir tahta masa; bir Bergamo halısı; birkaç kitabı taşıyan bir kalas; köşelerinden duvar halısının üzerine tutturulmuş, çerçevesiz, isli birkaç gravür; bu gravürlerin arasında havaya kalkmış birkaç sıva parçası, sabahlığımla birlikte en ahenkli fukaralığı meydana getiriyordu.

 

Her şeyin ahengi bozuldu şimdi. Uyum yok artık, birlik yok, güzellik yok.

 

Bir papaz evini devralan yeni, temizlik meraklısı hizmetçi; dul bir adamın evine giren kadın; gözden düşmüş bir bakanın yerine gelen bakan; Jansenist piskoposun bölgesini ele geçiren Molinist piskopos, bu al renkli davetsiz misafirin evimde yol açtığı denli sıkıntıya yol açmamıştır.

 

Bir köylü kadına içim kalkmadan bakabilirim. Başını örten o adi kumaş parçası, yanaklarına dağılarak dökülen birkaç tutam saç, vücudunu yarım yamalak kaplayan o yırtık pırtık paçavralar, bacaklarının yarısını bile kapatmayan o gariban iç eteklik, her tarafına gübre bulaşmış çıplak ayakları göz zevkimi asla bozmaz. Saygı duyduğum bir durumun görüntüsüdür bu; bende merhamet uyandıran bir zaruretin ve olumsuz koşulların dayattığı zarafet yokluğunun biraraya getirdiği bir bütündür. Oysa, dantellerle süslenmiş saçı, kolları yırtık elbisesi, pis ipek çorapları ve eski püskü ayakkabılarında önceki gecenin bolluğuna karışmış gündüzün fakirliğini gördüğüm kibar fahişe midemi bulandırır, ve peşi sıra bıraktığı güzel kokulara rağmen ondan uzaklaşırım.

 

Benim meskenim de buna benzeyecekti, o dediğim dedik kızıl her şeyi kendisiyle uygun adım yürütmeseydi şayet.

 

Nicedir Şam işi duvar kaplamasına tutturulmuş duran Bergamo’nun duvardan ayrılışını gördüm.

 

Hiç de değersiz sayılmayacak iki baskı-resim, gitti: Poussin’in Kudret Helvasının Çöle İndirilişi ve yine aynı ressamın Ester, Ahaşveroş’un Karşısında adlı resimleri. Rubens’e ait bir ihtiyar tarafından alçakça yerinden edilen, gamlı Ester oldu; çöle inen kudret helvasını ise, Vernet’nin bir Fırtına’sı yok etti.

 

Hasır sandalye, maroken bir koltuk tarafından giriş salonuna sürüldü.

 

Homeros, Virgilius, Horatius ve Cicero, ağırlıkları altında eğilmiş ince çam rafı rahat bırakıp, kakmalı bir gardıroba kapandılar – benden ziyade onlara layık bir sığınak.

 

Şömine rafını kocaman bir ayna zaptetti.

 

Falconet’nin dostluğuna borçlu olduğum ve kendi elleriyle onardığı o iki güzel alçı heykel, çömelmiş bir Venüs tarafından yerinden edildi. Antik bronz, modern kili kırdı.

 

Tahta masa hâlâ meydanda çarpışıyordu – dört tarafına istiflenmiş, ve onu karşı karşıya kalabileceği hasarlardan koruyacakmış gibi görünen makale ve kitapçık yığınlarının arkasına sığınmıştı. Ama sonunda o da kaderine boyun eğdi: Makale ve kitapçıklar, tembelliğime rağmen, kıymetli bir yazı masasının çekmecelerinde gözden uzaklaştılar.

 

Ah şu uyum duygusu denen musibet! Değiştiren, kımıldatan, kuran ve deviren, o hassas ve yıkıcı zarafet; babaların kasalarını tamtakır eden, kızları drahomasız, oğulları eğitimden mahrum bırakan, sayısız güzelliğin ve nice büyük musibetin yaratıcısı. Evimdeki tahta masayı, o mahvedici ve nadide çalışma masasıyla değiştiren sen: ülkeleri harap eden sensin; belki de bir gün eşyalarımı, tescilli bir mezatçının çatlak sesiyle “Çömelmiş bir Venüs için yirmi louis” diye bağıracağı Saint-Michel Köprüsü’ne götürecek olan da sensin.

 

Bu çalışma masasının tablası ile, tepesine asılmış Vernet’nin Fırtına’sı arasında kalan açıklık, göze hoş görünmeyen bir boşluk yaratıyordu. Bu boşluk bir saatle dolduruldu. Ama ne saat! Altını bronzuyla tezat oluşturan, Geoffrin tarzı bir masa saati.

 

Penceremin yanında boş bir köşe vardı. Bu köşe bir yazı masası istiyordu ve istediğini aldı.

 

Yazı masasının tablasıyla Rubens’in güzel başı arasındaki bir başka nahoş boşluksa, iki La Grenée’yle doldu.

 

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  LaVeyan Satanizm

Şu köşede aynı ressama ait bir Mecdelli Meryem duruyor; şurada da Vien ya da Machy’e ait bir eskiz – zira eskizlere de merak sardım. Bir filozofun nefsi terbiye eden sığınağı, bir meyhanecinin yüz kızartıcı özel odasına böyle dönüştü işte. Üstelik bu halimle, halkın yoksulluğuna hakaret teşkil ediyorum.

 

Beni ben yapan aleladelikten geriye kalan tek şey bir kilim. Bu değersiz kilimin yeni kavuştuğum lükse yakışmadığını görebiliyorum. Fakat yemin ettim ve yine ediyorum ki, kulübesinden alınıp hükümdarın sarayına götürüldüğünde takunyalarından vazgeçmeyen o köylü gibi, Filozof Denis de, Savonnerie’den çıkma bir şaheserin üzerinde yürümeyecek asla. Sabahları şatafatlı kızılıma sarınmış halde çalışma odama girdiğimde yere bakıyor ve eski kilimimi görüyorum. Bana köklerimi hatırlatıyor, böylece gururun önü daha yüreğime giremeden kesiliyor.

 

Hayır dostum, hayır, hiç bozulmadım. Bana gelen muhtaçlara kapım her daim açık; beni her zamanki kadar cana yakın buluyorlar. Onları dinleyip öğütler veriyorum; onlara destek oluyor, dertleriyle hemhal oluyorum. Ruhum katılaşmadı, burnum kalkmadı. Her zamanki gibi sırtım dik, alnım açık. Aynı dürüstlük, aynı hassasiyet baki. Sahip olduğum lüks daha çok yeni, zehir etkisini henüz göstermedi. Fakat zamanla ne olacağını kim bilebilir? Karısını kızını unutmuş, borca batmış, bir eş ve baba olmaktan çıkmış bir adamdan ne beklenir – güvenli bir yere üç beş kuruş saklayacağına…

 

Ey aziz peygamber! Aç ellerini semaya ve tehlikedeki dostun için dua et. De ki Tanrı’ya: Dünya nimetlerinin Denis’yi yozlaştırmakta olduğuna hükmedersen şayet, tapındığı o şaheserleri esirgemeyesin. Onları yok edip Denis’yi fakirliğine geri döndüresin. Ve ben, kendi payıma, şöyle haykıracağım semaya: Ey Rabbim! Aziz peygamberin dualarına ve senin iradene teslim oluyorum. Her şeyi sana bırakıyorum. Her şeyi geri al, Vernet dışındaki her şeyi! Ah, Vernet’yi bana bağışla! Onu yapan ressam değil, sensin. Kendi eserine ve dostluğun eserine hürmet et. […] Zaten insanların ziyaret ettiği, dinlemeye geldiği ben değilim artık: evime gelip hayranlıkla süzdükleri, Vernet. Ressam küçük düşürdü filozofu.

[…]

 

Zamanla bütün borçlar ödenecek, pişmanlık dinecek ve ben safi sevinç duyacağım. Korkmayın, güzel şeyleri istiflemeye yönelik çılgın arzu beni ele geçirmiş değil. Sahip olduğum dostlara hâlâ sahibim, sayıları da artmadı. Laїs’e sahibim, ama Laїs benim sahibim değil. Kollarında mutlu olan ben, onu başkasına vermeye hazırım: seveceğim, ve benden daha mutlu edeceği birine. Bir de sır vereyim size: herkese çok pahalıya mal olan o Laїs için ben tek kuruş ödemedim.