Edebiyat, Felsefe

Güzel Tehlike

Selamlar efenim. Bildiğiniz üzere okuduğum kitapları, hem paylaşmak hem dağ tepe gezerken üzerimdeki yüklerden kurtulmak hem -hiçbir şeye- bağlanmamak adına gittiğim yerlerdeki tanıştığım kişilere bırakıyor ya da civarda olan kişilerin alması için bir yere bırakıyorum. Önceki kitaplarımı bıraktığım Aslı ve Eren’e iyi okumalar dileyerek yeni kitapları sizlere takdim ediyorum efenim, öhöm.



Güzel Tehlike’ye başladım ve bir solukta bitirdim. Foucault bildiğiniz üzere hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalışmış ve bu çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni iktidar ilişkileri üstüne kurmuştur. Peki Foucault ne zaman ve nasıl yazmaya başlamıştır?


Güzel Tehlike, M. Foucault’nun eleştirmen C. Bonnefoy’nın edebiyat, yazı ve hayat üzerine sorularını yanıtladığı bir söyleşiden oluşuyor. Kitap, yazmayı seven, yazmaya ilgisi olan insanlar için altı çizilecek cümlelerle dolu. Foucault, yazının kutsal yönüyle büyülenmiş biri değilim, diyor ve yazma isteğinin kendisinde otuz yaşına doğru uyandığını söylüyor. Onu yazmaya iten şeyleri açıklarken itiraflarını da okuyoruz. “Yazmak benim için çok tüketici, çok zor, aynı zamanda bunaltıcı bir etkinliktir. Hep kötü yazmaktan korkarım; kötü yazdığım için de tabii bol bol karalarım.” (Syf.58)


“Yazma zevki” nden söz ederken yazarların zorluklarla, bunaltılarla yazdığından söz ediyor. “Kağıdın dışında hayat hep kaldığı yerden devam eder, hep çoğalır, hep sürer.” diyor kendileri. Örneğin Roussel için, “Söz açtığı tek mutluluk anı kitabını bitirdiği an yaşadığı coşku ve aydınlanmadır. Bu neredeyse biricik deneyimin dışında, bana öyle geliyor ki, yaşamöyküsünün kalanı son derece karanlık, tünelde geçmişe benzeyen uzun bir yolculuktur. Seyehat ederken kimseyi, hatta manzarayı görmemek için arabasının perdelerini çekiyor olması, çalışmasının bu kadar emrine girmiş olması, Roussel’in bir tür büyülenme, mutluluk, şeylerin ve varlığın genel hüsnükabulü içinde yazmadığının kanıtıdır.” (Syf. 48) Hızımı alamayıp bütün kitabı yazmadan, devamını fotoğraf olarak aşağıya bırakayım:



Işte sizler için altını çizdiklerim:


• Yazma zevkini keşfedebilmem için yurtdışına çıkmam gerekti. İsveç’e gitmiştim ve iki seçenek vardı önümde: ya isveççe konuşacaktım ki çok az biliyordum, ya da ingilizce ki onu da konuşmakta çok zorlanıyordum. Bu dilleri iyi bilmemem haftalarca, aylarca, hatta yıllarca asıl söylemek istediğimi söylemekten alıkoydu beni. Söylemek istediklerimin ağzımdan çıkar çıkmaz gözümün önünde kılık değiştirdiğini, basitleştiğini, adeta küçük, komik kuklalara dönüştüğünü görüyordum.


• Kendi dilimi kullanma imkânsızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, duyumsanamaz bir saydamlık falan olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle önceden göremediğim bakış açıları olduğunu fark ettim. Bana yabancı olan bir dili konuşmak zorunda olduğum isveç’te, o birden dikkatimi çeken fizyonomisiyle kendi dilimin, yabancı ülke veya gurbet dediğimiz yer’siz yerde kalırken mesken tutabileceğim en gizli ama en emin yer olduğunu anladım. Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.


• Konuşma olanağım olmadığı için yazma zevkini keşfettim. Yazının zevki ile konuşma olanağı arasında bir tür uyuşmazlık vardır. Konuşmanın artık mümkün olmadığı noktada yazmanın gizli, zorlu, o biraz da tehlikeli tılsımını keşfederiz.


• Yazmak konuşmaktan çok farklıdır. Artık kendimize ait bir yüzümüz olmasın, yazımızın altına saklanalım diye yazarız aynı zamanda. Kağıt yaprağının etrafındaki, yanındaki, dışındaki, uzağındaki hayat, eğlenceli değil sıkıcı ve kaygı yüklü olan, başkalarına gösterilen bu hayat gözümüzün önünde duran ve efendisi olduğumuz o kağıt dikdörtgene dağılsın diye yazarız. Yazmak aslında yalnızca varoluşun değil bedenin de bütün tözünün kalem ve yazının kanallarından kağıdın üstüne çiziktirdiğimiz şu küçücük izlere akıtılmasıdır. Yazarken kurduğumuz hayal, boş kağıt üstüne ciziktirdiğimiz hem ölü hem geveze olan şu karalamalardan ibaret olmak, daha doğrusu sadece onlarda yaşamaktır. Ama uğuldayan hayatın harflerin hareketsiz uğultusu içinde dağılmasına asla ulaşamayız. Kağıdın dışında hayat hep kaldığı yerden devam eder, hep çoğalır, sürer; küçük dikdörtgende sabitlenmez hiç, bedenin ağır hacmi kağıdın yüzeyine yayılamaz bir türlü, o iki boyutlu evrene, o saf söylem çizgisine geçemeyiz asla, metnin çizgiselliğinden ibaret olacak kadar süzülüp incelemeyiz asla, ama varmak istediğimiz hep budur.


• Bence ölümün alternatifi hayat değil, hakikat. Ölümün beyazlığı ve ataleti içinde bulunacak şey, kaybedilmiş hayat ürpermesi değil, hakikatin titiz konuşlanmasıdır.


• Kalemimde neşterden miras kalmış bir şeyler var galiba.


• Kâğıt yaprağı benim için başkalarının bedenidir belki.


Kitabı okuma listenize eklemenizi tavsiye ediyorum efenim.

Peki sizce yazmak bir zevk midir yoksa zorunluluk mudur? Size göre yazmak deliliğin bitişi midir yoksa başlangıcı mıdır?


İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Henri Bergson, Gülme