Misafir Ol Gel Bana, Sanat, Sinema

Hafızamdaki Kahraman

Bugün 9 Eylül 2019 Pazartesi,

 

Yaşadığım şehir büyük bir coşku içinde. Gökyüzünde uçaklar sevinç gösterilerinde bulunuyor. Sirenler, sesleri tiz ve acı bir şekilde kulakları sağırlaştırıyor. Durulmaksızın bir kurtuluştan söz ediliyor. Radyolar, yerel kanallar ve haber bültenleri. İnsanların birçoğu ─yine─ seyyar sandalyelerini, soğuk biralarını almış ve deniz kenarına akın etmişler. Şüphesiz kurtuluşun coşkusunu iliklerine kadar yaşıyorlar. Askeri kıyafetler içinde uygun adım yürüyen bando takımları… Gür sesli armonik ve adımlara uyum sağlayan marşlar.


Benimse her yılın bu gününde içim buruk ve kırık. Ansızın, birden çocukluğuma gidiyorum. Birden toprak damlı evimiz ve gece uyumadan önce muhakkak ─rutin sayım haline gelmişti her gece─ saydığım tavandaki kavaktan yapılma mertekler, merteklerin hemen altında duvara asılı en az 35 yıllık ─çünkü ben dünyaya merhaba demeden 6 yıl evvel, annem yarım çuval buğday karşılığında satın almış─ antika saati ve hemen yanında sırayla dizili olan, René Magritte’in tablolarını anımsatan, kalemle çizilmiş büyükbabamın ve büyükannemin ürkütücü resimlerini, hemen onların altında köhne bir masada duran grundig uzaktan kumandasız bir televizyon ─yanılmıyorsam bir on-off, bir geri ve bir ileri ve de biri sesi kısma ve son kalanı ise ses seviyesini arttırmak için toplamda sadece 5 adet tuşu vardı, çoğu zaman kış mevsimleri boyunca, baştan sona bütün mevcut kanalların karıncalara büründüğüne çaresizce şahit olurduk ailecek, fişini çekerdik, resetlerdik belki bir ihtimal düzelir diye lâkin yine de faydasız olurdu─ ve hemen yanında sıfırdan dokuza kadar daire şeklinde, kocaman saplı ahizeli bir ev telefonumuz vardı.



Evin küçüğü olduğum için kumanda görevi bana düşerdi. Yine bir yağmurlu kış gününde babamın sarma tütünden olan sigarasının yaydığı kesif kokulu ve duman altı o köhne oturma odamızda ─siz bakmayın oturma odası dediğime, aynı zamanda yatak odasıydı, yemek yenilen yerdi, misafir ağırlanan odaydı, salondu─ televizyonun başında beklerken ve kanalları bir bir özenle atlarken, birden babamın ”Hele bisse law, bisse! Ew Yilmaz Guney i! Bira ew bi .” demesiyle ilk kez işittim Yılmaz Güney’in ismini. 8 yaşında ancak vardım. Kafasında yünden bir bere ve omzunda da uzun namlulu bir silah vardı. Sürekli karda geziyordu, yüzünde yorgunluk ifadesinin en yoğun şekli yerini hep koruyordu. Bir süre sonra babama ”Ê ka va mêrika tew qisa naki. ” dedim. Güldü ve bana soba sönmeden dışarıdan birkaç odun parçası al da gel demişti. Filmin sahnelerinden midir, yoksa gerçekten midir, babam üşüdü anlayamadım. Hemen gidip alıp döndüm. Gücüm yetmediği için sobanın kovasına yerleştirdi odunları. Bir sigara daha yaktı ve izlemeye devam etti. Niye bu film kalsın diye sordum. Gülümseyerek o bizim hemşehrimizdir, bak bu filmde zulüm edenlere karşı savaşıyor dedi. Hemen sordum o yüzden mi bizim de silahımız var dedim, evet dedi.



Evimizin oyulmuş duvarlarına döşek, battaniye ve yorganlar istiflenirdi. Çoğu zaman da ya kıymetli bir evrak, ya bir silah ya da cepte taşınması sakıncalı sayılacak miktarda para saklanırdı. Çok iyi hatırlıyordum Saddam markalı bir silahımız vardı. Cilası dökülmüş, kabzasında da altın sarısında miğferli bir askerin yüzü nakşedilmişti. O sırada hemen o silah aklıma geldi. İçimden dedim ki demek bu yüzden bütün Siverekliler silah taşıyorlar. Fakat nerden bilebilirdim ki düşman sahibi olduğumuzu ve her an bir olayın çıkacağını ve böylelikle o silaha ihtiyaç duyulacağını. Üzülerek söylemeliyim ki o yörede kan davası belasını yaşamayan aile neredeyse yoktur.


Çok sonraları değil yaklaşık iki yıl sonra pamuk ektik bir ağanın tarlasına. Bütün malvarlığını kaybetmek, köyünü kaybetmekten sonra ne idiği belirsiz birine ortak olmak ve bütün yükü sırtlamak ne kadar acı ve gurur incitici varın siz düşünün. Yedi kişilik, anne ve baba ile birlikte dokuz kişilik bir ailenin ıssız bir tarlada, sabahtan akşama kadar pamuk tarlasında çalışarak gününü geçirip toprak sıvalı ve bazalt taşlardan yapılma tek gözlü odaya gelince hiç değilse alnının teri soğumadan soğuk olmasa bile ılık bir tas ayran içmeleri hak sayılsındı.


Devamı gelecek…


İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Film Çekmek