Hakkımda

Okur, yazar, çizer, gezer.


İletişim:

e-mail: salomecizrawi@gmail.com

İnstagram: salomecizrawii


19 Şubat 2021 tarihli JINHA röportajı:

Ressam ve Yazar Salomé Cizrawi, “Kadın olarak baskılardan kaynaklı bazen fark etmeden dahi oto-sansür uyguluyoruz kendimize. Kadın kolektif bilincinin yeniliklere kapı açmasının, sanatsal olarak özgürleşmenin önündeki bir engeldir bu. Kadının toplumlardaki konumuna dair sürdürülmesi gerekli olan mücadelenin ortaklığı ve bilhassa sansüre karşı alınacak tavır önemlidir.” diyor.


ZEYNEP AKGÜL
Ankara


“Bir dili reddetmek insanı değil, insanlığı reddetmektir. Dil, hayatın ve insanın bizatihi kendisidir. Ben Kürdüm, anadilim Kürtçe, elbette Kürtçe yazacağım. Ne yazık ki bu konuda bedel ödeyen insanlar oldu, oluyor ama dil, egemenlerin siyasi hırslarının, emperyal kurgularının, ezici planlarının, alçaklığın baskı aracı, bir kırbacı olmamalı” diyen Salomé Cizrawî ile çizgilerle olan hikâyesini ve kalemle olan yolculuğunu konuştuk.


Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Lou Salomé Cizrawî kimdir?


Salomé Cizrawi, kendi halinde okumaya, yazmaya, çizmeye, gezmeye, öğrendiği yeni şeyleri gözü döne döne kendince anlatmaya çalışan biri.


• Resmin yanı sıra felsefe ile de ilgileniyorsunuz. Felsefe ile olan yolculuğunuz nasıl başladı?


Felsefe ile ilgili olan yolculuğum, ilk sorduğunuz soruyla başladı: “Ben neyin nesiyim?” Hem sokakta süren hayatı yaşayabilme hem de onun dışına çıkabilme, sorgulama cesareti gösterebilmekle. Merakla, öğrenme isteğiyle. Aristotales, “İnsan doğal olarak bilmeye şehvet duyar.” der. İlerlemenin dinamiği felsefedir, sorgulamaktır. Platon’un mağarasından kaçan ayakları zincirli insan neyi merak ediyorsa, Salomé de onu merak ediyor. Bilmeye duyulan arzu, insan; kendisini, çevresini, doğayı bilmeyi arzu ettiği vakit kendisini felsefi bir sorgulamanın içerisinde buluveriyor, evrenin yapı ve düzenini, yaşamın değer ve amacını, madde ve ruh ilişkisini düşünmekle de devam ediyor. Yaşamı kavrayışım ve bunu felsefe ile harmanlayıp pratiğe dökme isteyişim, bitmeyen bir yolculuk gibi.


“Zihnime ket vurmayı sevmiyorum.”


• Yazmaya başladığınızda bir planınız, izlenmesi gereken yolları listelediğiniz bir iç dünyanız var mı yoksa yazarken mi gelişiyor her şey?


Yazmak, heyecan verici ve eğlenceli bir iş benim için. Boyutu, biçimi ve zaman ögesi yok. Kelimelerle oynamayı, onların etimolojik kökenlerini oldum olası sevmişimdir. Sözcükleri sistematik bir şekilde, okunma kaygısıyla Miller’in dediği gibi tuğla gibi üst üste yığmak bana göre değil sanırım. Zihnime ket vurmayı sevmiyorum, “Sözcükler okyanus akıntısı gibi kendiliğinden akıp çıkmalıdır yüzeye.” Akademik bir makale, planla, sistemli şekilde yazılabilir, evet ama diğer türlü iç dünyanın yansıtılacağı yazıları plan çerçevesine oturtmak, duyguları ameliyat etmek gibi geliyor.


“Anadilim Kürtçe elbette Kürtçe yazacağım.”


• Türkiye’de Kürtçe yazmanın ve Kürtçe dili ile ilgilenmenin bedeli çok ağır. Siz de Kürtçe yazıyorsunuz. Sizi Kürtçeye yönelten ne oldu? Bundan sonrası için Kürtçe yazmakla ilgili düşünceleriniz nelerdir?


Bir dili reddetmek insanı değil, insanlığı reddetmektir. Dil, hayatın ve insanın bizatihi kendisidir. Ben Kürdüm, anadilim Kürtçe, elbette Kürtçe yazacağım. Ne yazık ki bu konuda bedel ödeyen insanlar oldu, oluyor ama dil, egemenlerin siyasi hırslarının, emperyal kurgularının, ezici planlarının, alçaklığın baskı aracı, bir kırbacı olmamalı. Kürtçe yazma konusunda herhangi bir iddiam yok, bu konuya dair bir eğitimim de yok. Öğrenme ve kendimi geliştirme çabası içindeyim.


Bir coğrafyaya ruh veren dildir. Bu ruha biçimi de eserleriyle sanatçılar, yazarlar, üreten insanlar verir. Dil, kültürün taşıyıcısıdır, toplumsal hafızamızdır. Kendi dilimin, kültürümün yaşamasını istiyorum. Bu bir kimlik mücadelesidir, dilimiz varlığımızdır. Sadece ben değil, bu dilin içinde doğmuş herkes, kendini bu konuda sorumlu hissetmeli.


• Peki, çizgilerle nasıl kesişti yolunuz?


Çocukluğumda. Küçükken ağaç dallarını suya batırıp güneşin altında su iziyle kurak toprağa resim çizmeye çalışırdım, sonra su kuruyup resim yok olunca üzülürdüm.


• Resmi insan yaşamının genel akışı içinde nasıl bir yere yerleştiriyorsunuz?


İnsan içindeki çelişkileri, ruh halini, yeri geldiğinde toplumsal olayları, hafızasını, kendine özgü bir yolla biçimlendirerek farklı sanatsal yollarla ifade eder; duygu ve coşkularını yapıtlarında yansıtırken, içinde yaşadığı ve kendini oluşturduğu toplumun önsel verilerini, birikimlerini, göstergelerini de yansıtır. Resim de çağlar boyunca bunun en güçlü yollarından biri olmuştur.


Tarihi, siyasi, dini birçok olay tuvalde can bulmuştur. Örneğin siyasi olarak, Picasso’nun Guarnica’sı, toplumsal olarak Van Gogh’un Patates Yiyenler’i, Caravaggio’nun Meryem’i…. Gustav Klimt ve çizgilerini çok severim. Sırtımda Klimt’in The Virgin tablosu dövme şeklinde duruyor.


Çizim konusunda da Kürtçe’de olduğu gibi akademik bir eğitimim yok. Teknik öğrenmeye çalışıyorum (self-study). İleride bu konuda eğitim almak isteklerim arasında başköşede duruyor.


“Çirkin eleştirilere maruz kaldım.”


• Hangi dönemdeki kadınlardan bahsetsek değişmeyen bir yazgı, evrensel bir tanı ve sorun… Kadın sanatçılar neden görmezden geliniyor? Sanat dünyasında kadın olarak var olmak konusunda ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?


Kadın yazarların, daha doğrusu bilim, sanat ve diğer alanlarda da “üreten kadınların”, kısıtlı kamusal görünürlüğü ve kadınlara basmakalıp roller atfedilmesi her dönem sorun olmuştur.
Birtakım eleştirdiğimiz değerlerin elçiliğini yaparak “kadın yazar” değil, “yazar” demek isterim. Hiçbir yazar, sırf kadın olduğu için göz ardı edilmek ve değersiz görülmek istemez; fakat her dönemde olduğu gibi ya toplumsal cinsiyetleriyle tanımlamıyorlar ya da bu cinsiyete olan bağlılıklarıyla kısıtlanmak isteniyorlar. “Kadın Sanatçı”… Pozitif ayrımcılığın kaynağı; cinsiyet farkı değil, başarı olmalı. Erkek merkezli dili kadın nasıl dönüştürüyor, cinsiyetsiz bir dili hangi hamlelerle arıyor, var olabilmek, ataerkil simgeleri yıkmak adına nelerle mücadele ediyor bunlara bakmalıyız.


Kadın olarak bu baskılardan kaynaklı bazen fark etmeden dahi oto-sansür uyguluyoruz. Kadın kolektif bilincinin yeniliklere kapı açmasının, sanatsal olarak özgürleşmenin önündeki bir engeldir bu. Kadının toplumlardaki konumuna dair sürdürülmesi gerekli olan mücadelenin ortaklığı ve bilhassa sansüre karşı alınacak tavır önemlidir.


Örneğin ben; sadece, türlerin üreme sistemlerinin evrimsel sürecini ele alan ve bu konuda insan denen canlıyı da bir “tür” olarak işleyen, fizyoloji ve evrimsel biyoloji odaklı bir kitap (Jared Diamond – Seks Neden Keyiflidir?) hakkında yazdığım için yüzlerce çirkin eleştiriye maruz kaldım. İşin şaşırtıcı yanı, eleştirenlerin bir kısmının kadın olmasıydı. Haklarının birileri tarafından verilmesine boyun eğmiş, kendi varlığının, etkisinin farkında olmayan ve bunlardan şikâyet etmeyen kadınlar, bu sistemin temel besleyicileridir. Çünkü erkeklere “her alanda” bu öz-yeterliliği, öz-güveni bahşeden doğa değildir; eğitimdir.


Frida, ressam kimliğinden çok Diego Rivera’ya olan umutsuz aşkıyla biliniyor, Camille Claudel eserleriyle değil Rodin’le olan ilişkisi ile biliniyor, cinsiyet eşitsizliği ve toplumsal baskı ile akıl hastanesine kapatılmış olması üzerine kimse düşünmüyor. Bir diğer ressam, kadın olduğu için toplumdan dışlanmış bir yaşantı süren Rosa Bonheur… Artemisia Gentileschi ve daha birçoğu… Ressam bir baba, sanatçı bir eş ya da sevgiliyle anılmamalı, eserleri ile konuşulmalı kadınlar.


Rahatsızlıklarının farkında olan, rahatsızlıklarını adlandırmaya, tanımlamaya çalışan, ataerkil pazarlıkların ortasında kalmış, geleceğini, kaderini başkalarının yazmaya çalıştığını anladıklarında, çevresini saran illüzyonu bozmaya çalışan, çaresizliğini sorgulayan kadınlara, toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki hiyerarşiye karşı mücadelede, kendinin ve yahut kadın özgürlüğünün, bağımsızlığının, ataerkil toplum ya da erkeklerden alınamayacağını, özgürlüğün ancak yoğun emekler sonucunda içeriden geliştirilebilinen içsel özgürlükle sağlanabileceğini anlayan kadınlara ihtiyacımız var. Sanat dünyasındakilere, insanlara cinsiyet eşitsizliği olduğunu bu şekilde fark ettirebiliriz. Kadınların erkek sanatçılarla kıyaslanması, onları hiyerarşik bir sistem içine sokmaktadır ve ürettikleri eserlerinin değerinin yadsınmasına neden olmaktadır.


Virginia Woolf’un Üç Gine kitabındaki bir makalede, kadınların alınmadığı koleji yakmak için çağrıda bulunması gibi 🙂 Kadın kimliğinin, sanatın her alanında varlığını inşa etmesi için eşitsizlik üzerinde düşünmeli, konuşmalı ve harekete geçmeliyiz.


“İnsanın kendi varlığına, bedenine yabancılaştığı bir dönemdeyiz.”


• Kentler, üretimin örgütlendiği mekânlardan tüketimin örgütlendiği mekânlara dönüştürüldü ve bu durum küresel bir politika haline getirildi. Siz de kent kültüründeki dönüşüm ve yabancılaşma ile ilgili çalışmalar yapıyorsunuz. Neyi vurgulamak istiyorsunuz?


Öncelikle, yabancılaşmanın doğaya, emeğe, kente ve (öteki) insana olmaktan öte, insanın kendi varlığına, bedenine yabancılaştığı bir dönemdeyiz diye düşünüyorum. Kent kültüründeki bu dönüşümün doğrudan kapitalizmle temas halinde olduğunu söylemek mümkün. Kapitalist yaşam biçiminin örgütlediği gündelik hayatlarımızın soluk aldığımız penceresi, mekanikleşmiş çalışma yaşamımızdan bir kaçış; boş zaman. Kendi kendimize kaldığımızda nasıl vakit geçiriyoruz? Serbest zamanı bölüştürmeyi, yönetmeyi, kullanmayı ne kadar biliyoruz? Boş zamanlarımızda neden sürekli tüketme odaklı düşünüyoruz? Vurgulamak, üzerinde durmak istediğim nokta bu.


Günümüzde boş zaman, büyük oranda içi boşaltılmış gibidir, “tüketimci” bir karakter kazanmış ve örgütlü/rasyonel stratejilerin bir aracı haline gelmiştir. Adorno’nun dediği gibi, kapitalizmin ürünleri, kitle kültürüne uygun bir şekilde boş zamana ilişkin mecburi emirlere dönüşmüştür. Zorunluluk ve sürü psikolojisi ile yapılan tüketim eylemlerini kast ediyorum. Kapitalizmin bize sunduğu, binlercesi birbirinin kopyası olan şeyler… Yapay olarak yaratılmış kuruntuların doyurulmasına tüketim der olduk. Hâlbuki tüketim eylemi; anlamlı, insanca üretici bir deneyim olmalı.


Yabancılaşma kavramı çok derinlikli bir konu, kişinin kendisine, içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı duyduğu yabancılık hissi diyebiliriz. Bunun için ilk putu yapıp kendi üretimine tapan insana, Hegel’e, Rousseau’ya, özel mülkiyetin doğuşuna vs gitmek gerekir. 🙂 Konuşmaya başladım mı ipin ucu biraz kaçabiliyor.


Kültür dediğimiz şey, basit haliyle, bir birikimin ürünü, posası atılmış, darası düşülmüş değerler bütünü. Böyle bir ortamda hangi kültürden söz edebiliriz, bilemiyorum. İnsan insana, insan kendine yabancı. Modern dünyanın üretim ve tüketim döngüsüne paralel, mevcut gerçekliğe uzak mekan üretme ve gerçek mekanı tüketme eylemleri bağlamında kentleri ve dönüşümlerini irdelemek lazım. Yabancılaşmanın önemli bir itici unsuru olarak kabul edilebilecek olan tüketim, modern toplumların bir araya geldikleri kentlerde en üst seviyede yaşanmaktadır. Bu “kalabalığın” içerisinde sıradanlaşarak tükenip giden bir “insan” var.


Yani, tam da Jean Baudrillard’ın, “Görülecek hiçbir şeyin olmadığı bir görüntü bolluğu”na denk düşen hal olarak betimlediği şey kültür endüstrisi, birey tamamen tüketici rolüne indirgenmiş, kültür endüstrisi icraatlarıyla değerlerin içini boşaltıyor. Kentin içerisinde kendi sesini ve kimliğini kaybederek “herkes” gibi yaşayan insanın en temel sıkıntısı, bu yabancılaşmadan / “herkesleşmeden” doğan huzursuzluktur. Toparlayacak olursam, bu konu bağlamında benim kendimce üzerinde durmak istediğim noktalar, boş zaman kavramı, huzursuzluk- can sıkıntısı, kapitalizmle kol kola köksüzleşme.


Kent ve tatmin edilmesi gereken hazlar, modern insanı kendi anaforuna çekiyor ve modern insan hiçbir zaman “tamam” olamıyor…. Ahmet Hoca’yı çok severim, (Ahmet İnam’dan söz ediyor) şöyle der: “Yemek yemiyor artık çağımızın insanı, tıkınıyor. Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz.” Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok. Zevkin ve kapitalizmin hançerlediği bir yaşam var.


“Doğuştan bilinç, belli bir ön-coğrafya ile geliyor.”


• Çalışmalarınızı yaparken hangi referans ya da sanatçılardan etkileniyorsunuz. Okumaktan en çok hoşlandığınız kitap türleri? İstisnasız her kitabını okurum dediğiniz yazarlar?


Gilles Deleuze, Spinoza ve Ulus Baker benim için ayrı bir yerde, Çılgın 6’lı diye adlandırdığım, Kierkegaard, Nietzsche, Jaspers, Marcel, Heidegger, Sartre, bunun yanında Lacan, Michel Foucault, Félix Guattari, Derrida, Adorno, Rilke… Liste uzayıp gider. İronik dili, zekası ve hayatı tiye alan bakış açısıyla Jane Austen’ı severim. Keskin zekası ve sansürsüz, felsefi dili ile Henry Miller, kendisi bilinmese de resimle ve çizmekle haşır neşir biri. Jung, Bergson, Celine, Joyce, Camus… Bir sınıflandırma yapamıyorum, her şeyi sayasım gelir böyle sorular karşısında. Mitoloji okumayı, bu konuda yazmayı, araştırmayı çok severim. Bana fazlasıyla ilgi çekici gelir.


Çizgisel olarak, hayatı, cesur çizimleri ile Suzanne Valadon, Georgia O’Keeffe, Dorothea Tanning… diye uzar gider.


Her şeyden etkilenebilirim, bunun bir sınırı ya da biçimi yok benim için. İnsan sadece bir bedenden ve maddeden müteşekkil değil, işin içine bilinç giriyor ki.. Bilinç, boş bir uzay olarak verilmiyor bize. Doğuştan bilinç, belli bir ön-coğrafya ile geliyor. Coğrafya, akışkan duygular, hayat, her şey…


https://jinhaagency.com/tr/tum-haberler/content/view/3466