Edebiyat, Pasajlar

Helbling’in Hikayesi

Benim adım Helbling, kendi hayat hikâyemi anlatmak istiyorum, çünkü başkasının bunu yapma ihtimali yok. Tabii, insan türünün akıllanmasıyla birlikte günümüzde, benim gibi bir kişinin oturup da kendi hayat hikâyesini yazmaya koyulması akıl kârı bir iş olamaz. Kısa olacak, hikâyemi kastediyorum, çünkü ben daha çok genç biriyim, bu hikâyenin de kuşkusuz eksik yanları olacak; ayrıca büyük ihtimalle uzun bir süre yaşayacağım.


Benimle ilgili en çarpıcı şey olağan birisi olmamdır, handiyse aşırı derecede olağan. Ben kitleden biriyim, bu da bana çok tuhaf geliyor. Bana göre insanların hepsi tuhaf, her zaman bunun yanıtını merak etmişimdir : “Yeryüzünde neler yapıyorlar, ne arıyorlar?”; bana göre insanların hepsi tuhaf: Ben kaybolurum, evet, kalabalık arasında kaybolurum. Günün ortasında, saat on ikiyi vurduğunda, bankadan, çalıştığım yerden eve dönerken, bütün diğer insanlar da benimle birlikte telaş içinde hızlı hareket ederler: Biri öbürünü sollamaya çalışır, öbürü yanındakine çarpar, yine de, rahatlıkla söylenebilir ki;”onların hepsi evlerine varırlar”, ve gerçekten de evlerine varırlar, çünkü aralarında evinin yolunu kaybedecek olağandışı tek bir kişi bile bulunmaz.


Ben orta boylu biriyim, ne çok kısa, ne de çok uzun, bu yüzden kendimi çok şanlı buluyorum. Doğru sözcüğü kullanırsam, her yönden ortalama biriyim. Öğle yemeği yediğim esnada her zaman, başka yerde, buna benzer ya da bundan daha iyi bir yemek yiyip yiyemeyeceğimi düşünürüm. Buradan daha geniş bir yerde, belki de capcanlı sohbetleri ve daha iyi yemekleri bulunan bir yer, sonra da oranın neresi olabileceğini düşünürüm. Ben kafamda şehrin bütün noktalarını, bildiğim her yeri bana uygun düşen yeri buluncaya kadar gözden geçiririm. Genellikle, kendime özgü kanaatlerim var benim. Aslında, yalnızca kendimi düşünürüm ve iyi bir aileden geldiğim için elimden geldiğince gururumu korumak isterim, babam kırsal bir şehirde ünlü bir tacirdir.



Karşıma çıkan ya da sorumluğunu üstlenmek zorunda kaldığım bütün aksilikleri hızla tanıyabilirim: Şunu söylemek istiyorum: Benim için dünyada yeterince temiz ve ak hiçbir şey yoktur. Sürekli içimde gözden ırak kalmış sevimli, duyarlı, kırılgan birsey olduğunu hissediyorum, başkalarının da bu kadar sevimli ve arınmış olmadıklarını düşünüyorum. Nasıl böyle bir kanıya varılabilir? Aynen böyledir, hele bu hayat için gereken sert bir yüreği olmayan biri için. Bu, her durumda, kendimi ayrı tutma yolunda bir engel gibi karşıma çıkar, çünkü yapmam gereken bir işim olduğunda her zaman yarım saat üstünde düşünürüm, bazen de tam bir saat. Kendi içime sokulur ve şu rüyaya dalarım : “işi yapmam mı gerekir, yoksa boş vermem mi?” ve aynı zamanda öyle hissederim.


Kimi iş arkadaşlarım benim tembel biri olduğumu düşünürler, oysa gerçek şu ki ben sadece çok duyarlı bir insanım. Ah, başkaları ne kadar insanı yanlış yargılıyorlar! Sorumluluk almak her vakit beni korkutur, masamı avucumda silmeme yol açar, tâ ki, benimle alay ettiklerinin farkına varırım veya o zaman yanaklarımla uğraşmaya başlarım, boğazıma parmak sürerim, elimi gözüme koyarım, burnumu ovarım, alnıma düşen saçlarımı kaldırırım. Sanki masamın üzerinde biriken dosyalar değil, benim yapmam gereken şeyler bunlarmış gibi. Belki bu bana uygun bir meslek değildir. Gene de, başka bir işle uğraşsam da, durumumun değişmeyeceğine yürekten inanırım, yine ben aynı olurdum, yine orada yenilgiye uğrardım.


Her neyse, ben şu varsayılan üşengenlik halimden memnunum, başkalarının da beni uyurgezer ve sorumsuz olarak görmesini önemsemem doğrusu: Ah, başkalarının insan üzerine etiket yapıştırmak için ne çok yetenekleri vardır! Tabii bu doğru: Ben, çalışmaktan hele hoşlanmam, çünkü işin, zihnisel gücümü çok az çalıştırdığını, kendi içine çektiğini düşünürüm, aslında bu da başka bir şey. Zihinsel bir gücüm olup olmadığını bilmiyorum, böyle bir gücüm olduğu konusunda ısrarcı olamam, çünkü zekâ ve işbilirlik gerektiren her hangi bir görevi üstlendiğimde, aptalca davrandığımı kabullenmişimdir. Bu, doğrusu beni şaşkına çevirir, sadece zeki olduklarını sandıklarında, öyle olup da zeki olduklarını göstermeye çalıştıkları anda, zeki olmadıkları anlaşılan garip insanlardan olup olmadığımı merak ediyorum. Benim bir sürü zekice, güzel ve zarif düşüncem vardır, ama onları uygulamaya geçirmek istediğimde rezil edip kaçarlar benden, hiçbir şey bilmeyen bir öğrenci gibi beni kendi halime bırakırlar.


İşte bu yüzden işimi sevmiyorum, çünkü bir yandan kafamı yeterince çalıştırmıyor, öbür yandan öteki yandan zihinsel faaliyeti durunca beynim hepten perişan oluyor. Her daim düşünmeme gerek olmadığı sırada düşünmeye başlarım, düşünmem gerektiğinde de düşünemiyorum. Bu ikili nedenden dolayı ofisi saat on ikiden birkaç dakika önce terk edip diğerlerinden de birkaç dakika sonra tekrar işe dönerim. İşte bu da benim adımı kötüye çıkarmıştır. Ama bunlar vız gelir bana, hem hakkımda konuşulanlar, hem de hakkımda sessiz bırakılanlar. Örneğin benim aptal olduğumu düşündüklerini biliyorum, ama böyle bir kanıya varmış olsalar bile, onları engelleyemeyeceğimi de biliyorum. Bu doğru, görünüşüm aptalca benim, yüz ifadem, davranışım, yürüyüşüm, sesim, halim. Örnek vermek gerekirse, gözlerimin aptalca bir ifadesi var kuşkusuz, bu da insanları kolayca yanıltır, beni kaale almamalarına neden olur.



Görünüşüm bir parça aptalcadır, bir parça anlamsız; Sesimin tonu tuhaf bir şey, sanki konuştuğumda konuşanın kendim olduğunu fark etmiyorum. Sanki bir bölümüm sürekli uykudaymış gibi, bütünüyle uyanmamış gibi, insanların da bunun farkında olduklarını biliyorum. Her zaman saçlarımı kafamın üzerinde düzleştirip yatırırım, bu da kuşkulu ve kaçınılmaz salaklığımı katlar, sonra, yalnızca burada masamın arkasında ayağa kalkıp odada ya da camın öbür tarafında göz gezdiririm. Onunla yazdığım kalemi etkin olmaya elimde tutarım, çünkü daha fazla bir özgürlük hakkı verilmemiştir. İş arkadaşlarıma bakarım, yarı açık ve kuşkucu bakışlarını benden ayırmayıp beni neden tembel, bahtsız ve sorumsuz biri olarak gördüklerini hiç anlayamam. Bana biri göz attığında, gülümserim, kafamda hiçbir fikir olmaksızın rüyaya dalarım. Bir tek bunu yapabilseydim, rüyaya dalabilseydim; yok, ben rüya nedir bilmem.


Her zaman çok param olsaydı çalışmazdım diye düşünürüm ve bir çocuk gibi bu fikirden hoşnut olurum, fikir sona erdiğinde aldığım maaşın çok az olduğunu, başka bir iş yapsam, aynı parayı kazanmış olabileceğimi kendime itiraf etmekten kaçınırım, gerçi pratikte hiç bir iş yapmadığımı görüyorum. Tuhaf olan, kendi halimden utanç duyma yetisinden bile yoksunum. Eğer birisi, örneğin benden kıdemli biri beni fırçalamaya kalkarsa, çok kızarım, çünkü küçümsenmeye dayanamam, bunu çekemem, gerçi kendime bunu hak ettiğimi söylerim. Aslında o kıdemli arkadaşımın fırçasına yalnızca o yüzden karşı çıkarım ki, onunla olan söyleşimi biraz daha uzatmış olayım, belki yarım saat kadar, çünkü ondan sonra gelen ikinci yarım saatte en azından yorgun, bitkin düşmem. İş arkadaşlarım benim bıkmış olduğumu düşünüyorlarsa, tabii ki haklıdırlar, çünkü müthiş bıkkınım ben, burada hiç bir yaşamsal olay olmaz: Bıkmak ve bunu nasıl gidermem gerektiği konusu, işte budur benim esas uğraşım. Bütün gün çok az çalışırım, kendime şöyle seslenir. “Sen gerçekten hiçbir şey yapmamışsındır!”

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Deli Kızın Türküsü

Bazen istemsiz esnemeye başlar, ağzımı tavana doğru açar, elimi yukarı kaldırıp ağzımı kapatırım. İlk başlarda bunu bıyığımın ucunu çevirmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirirdim, bazen de masa üstünde tek bir parmağımın ucu ile tempo tuttururum, tıpkı rüyada olduğu gibi, bazen bütün bunlar bana anlamsız bir rüya gibi gelir. Sonra da kendime acır, ağlamaya başlarım. Ama rüya gibi geçen bu dakikalar bitince kendimi odanın tabanına atmak isterim, büzüşüp acının zaman-öldürme keyfini çıkarmak için masanın kenarıyla canımı acıtmak isterim, ruhum içinde bulunduğum bu durumda bütünüyle acımaz, çünkü eğer bazen iyice kulak kabartırsam tâ içinden yürek yakan vakur, bir o kadar da suçlayıcı bir nağme duyuyorum, tıpkı hâlâ hayatta olan ve kuralcı babamın tersine hep benim iyiliğimi isteyen annemin sesi gibi. Ama ruhum bence çok karanlık ve değersiz bir şey, o kadar ki anlama fırsatı bulduğum her şeyi kutlu sayarım. O nağmeyi hiçe sayarım. Bence insan sadece bıkkınlığında ruhunun nağmelerini duyar. Ofiste ayakta durduğumda, ayaklarım yavaş yavaş tahta gibi olur, öyle ki bir tek ateşe atıp yakmak kalır onlardan geriye. Çalışma masası ve insan zaman geçtikçe birbirlerine benzemeye başlarlar.


Zaman– işte beni hep düşünmeye sevk eden, hep hızla akıp giden. Gene de bütün hızı içinde sanki kendi üzerinde dönüp kırılır gibi olur, sonrada hiç zaman var olmamış gibi gelir bana. Bazen zaman hışırtısını duymak mümkün, telaşlı bir kuş sürüsü gibi, ya da, örneğin, ormandayken: orada her zaman, zamanın hışırtısını duyarım, çok iyi gelir bana, çünkü ondan sonra düşünmeye gerek yok artık, fakat çoğu zaman durum farklıdır; ölümcül bir şekilde sessizdir; Acaba benim hayatım sona doğru, hissettirmeden, ilerleyen bir insan hayatı olabilir mi? Şu ana kadar hayatım tamamen boş görünüyor, gelecekte de boş kalacağı düşüncesi işten değil, ama bu insana sonsuzluk duygusu bağışlar, insana gidip uyumasını, yalnızca en kaçınılmaz şeyleri yapması gerektiğini söyler. Bu yüzden benim hayatım sadece yaptıklarımdan ibarettir. Ben yalnızca endüstriyel bir iş yaptığımla görünürüm, arkamda şefimin kokulu soluğunu duyduğumda. Şefim kaytardığım zamanlar beni yakalama derdinde değil, ondan çıkan soluk onu yadsır. Kafamı karıştırma niyeti yoktur, iyi biri, bu yüzden onu çok severim. Ama, görevimi bu kadar çok boş vermemi sağlayan ne?



Ben, küçük, soluk, mahcup, zayıf, kırılgan, salak ve değersiz bir memurum, koşullar istediğim gibi olmazsa hayatın zorluğuna dayanamayan, dünyevi olmayan duygulara sahip biriyim. Böyle devam etmekle işimi kaybetme fikri beni korkutur mu? Göründüğü kadarıyla yok, korkutmaz; yine de, göründüğü kadar ile evet, korkutur. Biraz korkarım, biraz da korkmam. Belki de korkamayacak kadar salağım; evet, iş arkadaşlarımın karşısında kendimi haklı gösterdiğim çocuksu ilgisizliğim, kuşbeyinliliğimin bir göstergesidir. Ama; şaşırtıcı biçimde işte tam da bu benim kişiliğime uyar, zararına işlerse bile, olağan durumdan çıkmaya bana yardımcı olur. İşte bu yüzden, yasak olmasına rağmen, ofise küçümen kitaplar getiririm, ortasından açar, okumaya başlarım, okumaktan keyif almaksızın. Ama bunu, başkalarından üstün olmak isteyen bilge bir insanın zarafet dolu çabaları gibi görürüm.


Ben gerçekten her zaman üstün olmaya gayret ederim, başkalarından farklı olmaya çabaladığım sıralar tıpkı neşeli bir av köpeği gibi olurum. Kitap okuma sırasında, iş arkadaşlarımdan biri başımda durup da o her zamanki “Ne okuyorsun Helbling?” sorusunu bana yöneltirse, gücenirim, çünkü bu durumlarda insan gücendiğini gösterirse soruyu soran inatçı kişi yolunu tutup gider. Okuduğum zamanlar, ki bu çok fazla el vermez, sanki çok önemli bir iş yapıyorum gibi davranırım. Bir kişinin, nasıl bilinçlice iç dünyasını genişletmeye çalıştığını fark edip etmediklerini anlamak için çevremdekilere bakarım. Daha fazla okumadan, sayfaları görkemli bir huzurla çeviririm ama kitabın içine gark olmuş gibi göründüğüm için çok mutluyum. Ben böyle biriyim; her şeyi gösterdiği etkisi için isteyen kaçık biri. Ben boş biriyim ama bu boşluktan duyduğum hoşnutluk bana pahalıya mal olmaz.


Giysilerim görünürde çok kaba ama giyimde çeşitlilikten yanayım, çünkü farklı renklerde bir sürü takım elbisem olduğunu iş arkadaşlarıma göstermem çok hoşuma gider. Yeşil giymeyi severim, çünkü ormanı bana çağrıştırır, rüzgarlı günlerde sarı giyerim, çünkü sarı rüzgara ve dansa çok uygun düşer. Belki bu konuda da yanılırım, çünkü iş arkadaşlarım her gün bana ne kadar yanılmakta olduğumu hatırlatırlar. İnsanların safdil oldukları düşüncesinden vazgeçmek lazım. Ama biri salak mı, yoksa saygıya değer mi, ne fark eder, çünkü eşeklerin ve saygın kişilerin üstüne yağmur eşit yağar. Sonra da güneş; güneşteyken neşelenirim, saat on iki olup eve doğru yola çıkınca; yağmur yağmaya başlayınca kocaman göbekli, lüks şemsiyemi şapkam ıslanmasın diye başımın üstünde açarım, o şapkalardan bende çok var. Şapkama iyi bakarım. Beyefendice şapkama dokunabilirsem, her bakımdan şanslı adam kalacağımı sanırım hep. İşim bittikten sonra onu özenle başıma koymak çok özel bir keyif verir bana. Bu, her zaman günüme son vermemin en ideal şeklidir. Benim hayatım aslında pespaye şeylerden oluşur.


Kendime hep onu söylerim, bu da bana çok tuhaf gelir. Hiçbir zaman büyük insanlığa ilgi duymadım, çünkü mizacım tutkudan çok eleştiriye yatkındır, bu yüzden de kendimi kutlarım. Şayet saçı uzun, çıplak bacaklarında sandal, belinde önlük, başında çiçek takmış birisini görsem kendimi küçük görürüm. Bu durumlarda utanç duyarak gülümserim. Yüksek sesle gülmek, insanın en sevdiği şey, imkânsız; benimki gibi düz saçları olan insanlardan iğrenenler arasında bulunursanız, aslında gülmekten çok gücenme nedenidir. Ben de gücenmeye yatkın biriyim, en ufak bir dürtüyle gücenirim. Çoğun, iğneli sözler sarf ederim, yinede kimsenin kötülüğünü istemem, çünkü küçük düşürülmenin verdiği hüznün tadını çok iyi bilirim. Ama bu da demek ki: Ben hiçbir şeyi gözlemem, hiçbir şeyi öğrenmem ve tıpkı okulu bıraktığım günkü gibi davranırım.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Like ya da Amin Kapitalizmi


İyi bir öğrenci var içimde ve sanırım ömrüm boyunca da orada kalır. Daha iyi olabilmeleri için, başkalarının davranışlarından öğrenme yetenekleri olmayan kişilerin olduğu söylenir. Ben, hayır, öğrenme yeteneğinde yoksunum, çünkü eğitim zorunluluğuna tenezzül edecek biri değilim. Öte yandan, zarafet ile bir bastonu elime alacak, kravat takacak, sağ elimle çatalı tutacak, bana bir soru yöneltildiğinde “Teşekkür ederim, dün akşam çok hoş vakit geçirdim.” diyecek kadar çok eğitim almışım. Eğitim benden daha neyi ortaya çıkaracaktı ki? Dürüstçe söyleyeyim: Bana göre eğitim insanda tümüyle yanlış bir kişilik ortaya çıkarır. Amaç, para ve iyi koşullar olur; eğitimin tek zarureti bu. Bir madenciden dehşetengiz tarzda üstün görünürüm, beni sol elinin parmak ucuyla dokunup da çamur dolu bir çukura atmak istese bile. Yoksulların bedensel gücü ve güzelliği, onların mütevazi giysileri beni etkilemez. Bu tür kişileri her gördüğümde, kendi bedenlerini çalışmakla yıpratan ahmaklara karşılık, bizim gibi zengin insanları, onların dünyadaki üstün durumunu, düşünürüm ve yüreğimden en ufak bir merhamet duygusu uyanmaz.


Bir kalp ile ne yapılabilir? Bir kalbim olduğunu unutmuşum ben. Bu, kuşkusuz, üzücü bir şey, ama üzülmenin doğru yolunu nasıl bulabilirim? İnsan para kaybettiğinde veya yeni aldığı şapkanın başına uymadığında ya da bankadaki hisse senetlerinin değeri düştüğünde üzülür, ama sorulması gereken asıl şey, acaba bütün bunlar üzülmeye yeter mi? Daha yakından bakıldığında, bunun böyle olmadığı anlaşılır. Bunlar sadece rüzgar gibi geçip giden kısa süreli pişmanlıklar gibidir. Bu, hayır, nasıl anlatayım. İnsanın bu konuya ilişkin bir duygusunun olmaması, bir duygunun ne olabileceğini bilmemesi gerçekten şaşırtıcıdır; örneğin, kendine yönelik duyguları, herkesin böyle duyguları var, eğer genel olarak insanlıkla bir bağlantısı bulunursa, hepsi de kökenden alçak ve kendini beğenmiştir. Ama bir başkasına yönelik duygular nasıl? Elbette, belki insanın bunu kendisine sorması hoşuna gider; daha iyi biri olmak, daha iyi huylu biri olmak için bir nebze istek duyulabilir ama bunu nerede gösterebilir?


Belki saat 7’de, veya hayır, başka zaman? Cuma günü veya bütün cumartesi, pazar günü ne yapabilirim diye düşünürüm, çünkü pazar günleri her zaman birseyler yapılabilir. Çok seyrek yalnız başıma yürüyüşe çıkarım, genellikle gençlere takılırım, kolayca onlara eşlik ederim, gerçi benim gibi birisinin, onlara eşlik etmesinin ne kadar sıkıcı gelebileceğini tahmin etmek işten değil. Bazen de gölü geçmek için vapura binerim, ya da ormanda yürüyüş yaparım veya güzel yerleri görmek için trenle uzak yolculuklara çıkarım. Çoğun, kızlarla dansa çıkarım, onların benden hoşlandıklarını fark ederim. Yüzüm beyaz benim, ellerim güzel, şık bir takım elbisem var, eldiven ve parmaklarımda taşlı yüzükler, gümüş taşlı bir baston, gıcır gıcır ayakkabılar ve etkileyici bir tavır, tatil günleri için; dikkati şayan bir ses tonum var, ve betimlemekten aciz olduğum açık. bir ağız. Ama tam da bunun, kızlara çekici geldiği görünür. Konuşmaya başladığımda sanki olgun ağırbaşlı bir adam konuşuyormuş gibi. Kuşkusuz tumturaklı konuşma tarzımdan hoşlanırlar. Dans ediş tarzımda yine dans dersi almış birinkine benzer: gösterişli, neşeli, özenli, açık yürekli, ama çok aceleci ve ruhsuz. Dansım özenli ve hafiftir, ama ne yazık ki zarafetten yoksundur. Nasıl zarif olma yeteneğim olabilir? Ama dansa çok tutkuluyum.


Dans ettiğim zaman Helbling olduğumu unuturum, çünkü artık havada yüzen neşeli bir insan olurum ve ofisle ilgili fikirler, kat kat ölümcül havasıyla beni yaralamaz artık, dansta çevremde aydınlık yüzler var, parfüm kokusu ve kız elbiselerinin ışığı; kızların bakışları üstümde olur; ben ise uçar gibi olurum; bundan daha üstün bir mutluluk olabilir mi? Şimdi artık anlıyorum: Hafta boyunca yalnızca bir kez mutlu olma hakkım var: Bana eşlik eden kızlardan biri nişanlımdır, ama o bana kötü davranır, diğer kızlardan daha kötü davranır. Hatta bana karşı sadık bile değil bunu gözlemledim. Sanırım beni pek sevmiyordur. Ben nasıl? Onu seviyor muyum? Aptalca sergilediğim olumsuz yanlarım vardır benim, ama, burada, bütün yetersizliklerimin ve olumsuz yanlarımın beni bağışladıkları görünür: Ben onu seviyorum. Bu duygu neşe kaynağım benim, onu sevebilmem, ondan düşkırıklığı duymam. Yazın, eldivenlerini ve yüzüne taktığı yünlü örtüsünü bana taşıtır, kışın da derin karlar içinde, arkasında kayıp, paten ayakkabılarını taşımama izin verir. Ben aşktan birşey anlamam, ama aşkı hissederim. İyiliğin ve kötülüğün aşkta anlamları yoktur. Aşk, aşktan başka, onun dışında bir şey bilmez. Nasıl anlatayım; değersiz ve boş olan benim tersime, aşkta hâlâ hiçbir şey yitirilmemiştir, çünkü sadakatli bir aşkın kapasitesine sahip olduğumu düşünürüm, gerçi ihanet için geniş bir alanım da yok değil. Onunla güneşe çıkarım, mavi gökyüzü altında, kürek çektiğim bir teknede, sürekli ona gülümserim, oysa onun bıktığını görürüm.


Evet, bıktırıcı biriyim. Annesinin, işçilerin gittiği adı kötüye çıkmış küçücük bir barı vardır. Bütün pazar günlerimi orada geçirebileceğim, bir şey söylemeden oturup gülümseyebileceğim bir yer. Bazen de sanki dudaklarına bir öpücük kondurma iznini bana verircesine yüzünü bana yaklaştırır. Çok şirin ve nazlı bir yüzü vardır. Yanağında eski bir tahrişten kalma iz var, buda ağzının olduğundan iki kat daha küçük görülmesine neden oluyor, gene de çok tatlı. Gözleri çok küçük, anında size göz kırpabilir, sanki şunu söyler gibi. “Ben size bir ya da iki şey göstereceğim.” Çoğun, köhne sert bir kanepe üstünde yanımda oturur ve kulağıma mırıldanmaya başlar, bu da gerçekten insanın hoşuna gider.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  William Shakespeare


Genellikle onunla ne hakkında konuşabileceğimi bilmem, çünkü hep belki hiç sırası değildir diye düşünürüm, bu yüzden sessiz otururum ve asık bir suratla ona söylemek istediğim şeyi düşünürüm. Bir sefer zarif ve küçük kulağını dudaklarıma yanaştırdı: Ona söyleyecek hiçbir şeyim yok muydu? Bir tek onun kulağına söyleyebileceğim bir şey? Ansızın ona böyle düşünmediğimi söyledim, o da kulaklarımı tokatladı ve öylece güldü, ama dostça değil, hayır, soğuklukla. O, annesi ve küçük kız kardeşi ile anlaşamıyor, bana kız kardeşine şefkat göstermeme müsaade etmez. Aşırı içki içmekten kızarmış bir burnu var annesinin. Erkeklerin masasına oturmayı seven neşeli ufacık kadındır, ama nişanlım da erkeklerin masasına oturmayı sever. Bir kere yavaşça bana, “Ben artık hafif değilim” diye mırıldandı. Ses tonu tamamen doğaldı, benim de buna bir itirazım yoktu.


Başka ne yapabilirdim ki? Diğer kızlarla sohbet eder gülerim, konuşmalarımda fıkra bile anlatırım, ama onunlayken sessizce oturup ona bakarım, her hareketini gözümle takip ederim. Bara gittiğimde, beni eve gönderene kadar oturur dururum. Kız orada olmadığı zaman annesi gelip masama oturur, kızını anımsayayım diye bir şeyler yapar, onu elimin hareketiyle uzaklaştırıp gülümserim. Anne, kızından nefret ediyor, ikisinin de birbirlerinden nefret ettiklerini görmemek mümkün değil, çünkü biri, öbürünün yolunu tıkamaya çalışıyor, ikisi de koca peşinde koşup durur, birbirlerinden muhtemel nişanlılarını kıskanırlar. Akşamları kanepede oturduğumda, bara gelen insanlar benim orada oturduğumu gördüklerinde, beni bir koca adayı olarak düşünür her biri bana arkadaşça bir şeyler söylemeye çalışır, fakat ben hiçbirine önem vermem. Yanımda, hâlâ okula giden küçük kız kardeşi kitaplarını okur ya da defterine uzun boylu geniş harfler çizip bana göstermeye çalışır. Şu ana kadar bu garip şekillerden birşeyler anladığımı söyleyemem, ama şimdi birden bire her şeklin ne kadar ilginç olduğunu fark ediyorum.


Bu, yalnızca benim ötekiye duyduğum ilgiden kaynaklanıyor: Sâdık bir aşk insanı daha iyi, daha bilinçli kılar. Kışın, bana “Bahar bağ patikalarında yan yana yürüyebilsek” diye mırıldanır, Baharda da “Her şey senle yorucudur!” der. O, evlendiğinde büyük bir şehirde yaşamak ister, çünkü hayatında bir amaç peşinde: tiyatrolar, görkemli şölenler, güzel elbiseler, şarap, neşeli sohbetler, hayat dolu, hoş vakit geçiren insanlar: İşte bunları sever, bunlar için can atar doğrusu, ben de bunlar için can atarım, ama bütün bunlar nasıl mümkün olur, bilemem. Ona, “Gelecek kışa kadar işimi kaybedebilirim.” dedim. Bana baktı, gözlerini açtı ve “Neden?” diye sordu. Ona ne söyleyebilirdim ki? Tabii, ben ona tek hamlede nasıl biri olduğumu gösteremem. Benden hoşlanmaz, şimdiye kadar, her zaman bazı işlerin üstünden gelebileceğimi, gene de garip, yorucu biri olduğumu, öte yandan bu dünyada bir mevkiiye sahip olduğumu düşünüyordu. Simdi ona “Yanılıyorsun, mevkiim doğrusu, bundan bile daha dayanıksızdır. ” desem, benim yanımda kalması için hiç bir nedeni kalmaz ve bana olan bütün umudu berhava olur. Ben, tabii, pot kırmam, ne demişler her şeyi boş ver demekte usta biriyim. Şayet, bir dans öğretmeni, bir lokanta sahibi, tiyatro yönetmeni ya da eğlence sektöründe yetkili biri olsaydım, o zaman belki biraz şansım olduğundan söz edilebilirdi, çünkü ben böyle biriyim; uçarı, neşeli, umarsız, herşeyi boş veren, açık yürekli, sakin, boyun eğen, hassas ruhlu, öyle ki bir malikâne sahibi, bir sahne müdürü, bir terzi veya başka bir sey olarak işimi iyi götürebilirim.



Eğilme şansım doğduğu zaman sevinirim. Bana yardımı dokunur, dokunmaz mı? Bana daha derin bir bakış vermez mi? Ben gerekmediği zamanlarda bile eğilirim, sadece yağcılar ya da kuşbeyinlilerin eğildikleri yerde bile eğilirim ben. Ben bu gidişattan hoşnudum. Ciddi işler için ne bir eğilimim var, ne bir yeteneğim, ne kulak, ne göz, ne de kafam var. Dünyada hiçbir şey bunu kadar benden uzak olamaz. Param olsun isterim, bu benim için bir göz kırpmak kadar veya en çok sol elimi tembelce uzatmak kadar kolay bir iştir. Olağan durumlarda işe karşı ilgisizlik insanda doğal bir özellik sayılmaz, gene de bana çok uygun, bana çok yakışır, kisvesizlik olabilse bana çok yakışır, bu kisvesizlik acındırıcı olsa bile. Neden “Bu, bana yakışır.” demeyecekmişim, böyle olduğunu gördüğüm halde: İşe ilgi duymamak! Bu konu ile ilgili başka birşey söylemek istemiyorum. Her zaman birşeyi düşünürüm, bunun da sorumlusu buranın iklimi, beni işten alıkoyan göl bölgesinin nemli havasıdır, simdi de bana ağırlığını hissettiren bu bilgi ile güneyde ya da dağlık yerde bir iş arayacağım. Bir oteli yönetmek, ya da herhangi bir fabrikada bir sorumluluğu üstlenmek, ya da küçük bir bankada kasaya bakmak elimden gelmez.


Tam tersine, şimdiye kadar bende saklı duran birtakım özelliklerimi dışa vuran açık, güneşi bir ufuk gerekir bana. Bir sebze satan yerde çalışmak fena olmadı. Buna karşın, tebdili mekânla birlikte büyük gelir elde edilebileceğine inananlardanım. Başka bir iklim insanın karşısına öğle yemeği için bambaşka bir menü gibi çıkarılabilir. Belki de hayatta en önemli şey budur. Acaba ben gerçekten hasta biri miyim? Bu doğru değil, ben pratikte bütün işlerde yeteneksizim. Acaba şanssız biri olabilir miyim? Acaba birinin sürekli kendini böyle sorgulaması bir tür hastalık mıdır? Her neyse, bu bütünüyle doğal sayılmaz. Bugün ben yine on dakika geç bankaya gittim. Diğerleri gibi vaktinde işe gidemem. Ben gerçekten de dünyada yalnız kalmalıyım, ben, Helbling, yanımda yaşayan biri ile değil, ne güneş, ne de kültür, ben, çıplak, bir kayalık üstünde, ne fırtınalar, ne bir dalga bile, ne su, ne de rüzgâr, ne sokaklar, ne bankalar, ne para, ne zaman, ne de nefes. Sonra, en azından korkmak için bir nedenim kalmazdı. Artık ne korku, ne daha fazla sorunlar, ne de bir gecikme. Yatağıma uzandığımı hayal edebilirim, sonsuza dek. Belki de bu en iyi şeydir!


Robert Walser

Çeviri: Hamid Farazande, Serpil Akpınar