Misafir Ol Gel Bana, Müzik, Sanat

Hozan Serhat, Bir Özgürlük Arayışçısı

İlk gençlik yıllarımda sahip olduğum müzik yeteneğimi daha da ilerletmek için çabalarken zihnimin en derinlerine bu alanda idolleştirdiğim şahısları konuk alırdım. Henüz oluşma evresindeki benliğim, müziğin geniş dünyasında kaybolurken bu şahıslardan biri yakalar kolumdan çekip çevirir beni, karakter kazandırmaya çalışırdı enstrümanıma ve benliğime. Müziğin geniş dünyasının karmaşıklığı yürüyeceğim yolları habire arttırıp flulaştırırken o şahıs yolumu en berrak haliyle görmemi sağlardı.



Sosyal ve müzikal olarak sürekli gelişim halindeki toy bir gencin tam da ihtiyaç duyacağı bir berraklıktı bu. Keza dönemin ilkelerden bağımsız ilerleme furyası, dört bir yanı çoktan darmadağın etmişti. Ezen-ezilen diyalektiğini iliklerine kadar yaşayan bir toplumsallığın bağrında büyüyordum. Bana gerekli olan şey, toplumsal kültürden bağımsız bir şekilde varoluşuma anlam verebilmekti. Anlam arayışçılığı, gençliğin o evresinde en kaçınılmaz olarak içine girilen bir durumdu. Bu durum belki de sadece benim şahsımda olgunlaşan bir evreydi. Bilemiyorum. Amed’den İstanbul’a göçten sonra yoğun kültürel çelişkilerle yüz yüze kalan bir Kürt gencinin arayışıydı bu belki de.


Arayışımın yaşamsal ve müzikal boyutunda hatırı sayılır bir doyuruculukla varolan şahsiyeti anlatmak istiyorum sizlere. Süleyman Alpdoğan, namı diğer Hozan Serhat… Bu yazımda Hozan Serhat’ın pek de bilmediğim ve üzerinde de durmadığım şey olan, nerede ve nasıl büyüdüğüyle ilgilenmeyeceğim. Beni etkileyen şey, özgürlük arayışı için sazıyla çıktığı yol daha çok. Serhat’ı ilk izlediğimde içindeki sancıyı hissedebiliyordum. Bu sancının derinlerinden dışarı taşma çabasını, enstrüman icra eden narin parmaklarına, oradan da ses tellerinin yumuşacık dokusuna uğradığı anı hissedin. Bu hiçbir zaman siyasetin pragmatize ettiği bir gerçeklikten beslenmiyordu. İçsel bir dinginlik ve eylemliliğin çatışması, kaosun alt üst ediciliğinin yeniden yaratım sürecine hazırladığı bir canlının dayanılmaz üretim isteğiyle yanıp kavrulması ve durdurulması güç bir direngenlik… Bütün bu hissedişlerim, ilk gençlik yıllarımda kapitalizme karşı varlığımı kolay bir lokma olmaktan alıkoyuyordu.



İnsan yaşamında özgürlüğe duyulan arzu, sanatın azdırıcılığı ile bir o kadar artıyor kanımca. Önü alınamaz bir gücü var etmek, zamanın ve mekanın çok üzerinde bir tanrısallık ile yıkanmış gerçekliği fark etmek ve ona dokunabilme isteğiyle yanıp tutuşmak ancak sanatın bizde uyandırabileceği duygulardır. Acının en yoğununda bile Marquis de Sade’ye taş çıkartan haz almacılığa sebeptir sanat. Keza sazının perdelerine dokununca parmakları ve sazının tellerine denk gelince mızrabı, o an bana zaman üstü hazzın kapılarını aralardı Serhat. Tanrıların yönettiği bir dünyada flütüyle Apollon’la kapışan ölümlü bir çoban olan Marsyas’tı o. Marsyas tanrısal bir icra ile kapışacak kadar gözü pekti ama haksızlığa uğramasına engel olamamıştı bu gözü peklik.


Ayağına bağlanan ağır bir taşla yaşamaya mahkum edilen bir insanı düşünün. Yaşam azmini doruk noktaya ne çıkarabilir bu insanın? Apollon’un altın lirinden çıkan tanrısal melodiler mi yoksa Marsyas’ın kavalından çıkan, Apollon’u yenebilmesini sağlamış doğanın bağrından süzülüp gelen melodiler mi? Yöneten- yönetilen, ezen- ezilen, özgür olan ve baskılanan arasındaki karşıtlıktan ortaya çıkan değişim ve dönüşüm arzusunun sesini duyarım ben Serhat’ın (Marsyas’ın) sazından. Tam o anda varlık da yokluk da önemini yitirir ve tüm canlıların duyar duymaz dikkat kesildikleri tenor bir ses yankılanır hiçliğe doğru.


Hiçlik aslında onun için tekilliğin tesadüfiliğinin sonuçlarından daha kıymetlidir. Dünyaya ilk kez gözünüzü açarken varlığınızın hiçlik kadar kıymetli olmadığını anladığınızda şarkı söylemeye başlarsınız. İşte Serhat’ın sanatının sırrı buradadır. Sanırım genel olarak sanatın sırrı buradadır. Varoluşunuzun karşısına geçip göz bebeklerinizin içine doğru şarkı söylemezseniz zaman nasıl akar? Durağan bir zamanı sazıyla hızlandıran ve tekrar tekilliğin hiçliğine yelken açandır sanatçı. Bunların sanata ve Serhat’a fazladan yüklediğim anlamlar olduğunu düşünmeyin. Henüz anlama dair tek bir cümle bile kurmadım.



Doğadaki canlıların evrimleşme süreci içindeki en acıklı öyküdür insanın evrimleşme süreci. Farkındalığa sahip olurken bir yandan vahşi doğaya karşı savunmasızlaşmak, fiziksel olarak güzçsüzleşirken kolektif bilinci arttırma gerekliliği… Doğar doğmaz hayatta nasıl kalması gerektiğini güdüsel olarak bilen diğer canlılara kıyasla en güçsüz ve irrasyonel olandır insan. Bir insan bebeğini, yanıbaşında ona on yıl yetecek gıdayla bir başına ormana bırakırsak hayatta kalamayacaktır. Ötekine duyulan ihtiyacın en fazla olduğu insan türü, süreç içinde ötekinin yaşam hakkı için ölümü seçebilecek bir irrasyonelliğe kavuştu.


Bu durum temelde rasyonel görülebilir; çünkü ötekinin hayatı kendisinin hayatta kalma sebebidir aynı zamanda ama günümüz dünyasında artık büyük ölçüde doğaya karşı hayatta kalmayı öğrenebilmiş insan için bu durumu rasyonellikle açıklamak mümkün değildir. Kapitalist modernitenin o en soğuk ve kuytu “rasyonel” dehlizlerinde kaybolan insandan bahsedebiliriz belki artık. İnsan için yaşamak, indirgemeci bir gerçekliğin içinde debelenmektir artık. Ötekiyle kurdurulan sentetik bağların ve aldatıcı toplumsallığın bir ürünüdür artık o.



Varlık sebebi olan diğer tüm canlılar ve doğaya karşı olabildiğince yabancılaştırılmış, ötekinin “hakikatten” kopuşunun yaşam kattığı türdür. Kapitalist modernitenin açığa çıkardığı bu karanlık tabloya rağmen sanatın gerçeküstülüğü varolan gerçekliğe karşı en büyük savunmadır. Bu bir refleks değildir, aksine ilk insan topluluklarından beri süregelen gerçekliği yeniden şekillendirme çabasıdır. Sanatla yeniden şekillendirilebilen yaşam, bir ütopya olmanın ötesinde varlığını somutlaştırır. Serhat’ın da sanatı varolana karşı geliştirdiği bir tutumdu. Kişisel acılarının kaynağı olan ötekinin esareti, bu tutumunun dinamiklerini oluşturan şeydi. Melodilerinin hüznü yeni bir gerçekliği var etme gerekliliğini anlatıyordu bize şüphesiz. Bu anlatı yaşamsal duruşuyla bütünleşince özgürlük isteği özneleşiyor, ekmek ve sudan bile daha önemli bir hal alıyordu. Öyle ki onun melodilerini ve sesini dinleyenler için özgürlük isteğinin, tek başına bir insan bedeninin varlığından çok daha önemli bir hal alışı kaçınılmazlaşıyordu.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Saygıdeğer Bir Düşman

Yaşamın kutsallığı retoriği tek başına hiçbir zaman insan için belirleyici olmadı. En azından bunu, Avrupa’nın insan yaşamı için sunduğu imkanlarından feragat edip Kürdistan’ın özgür dağlarının zorlu doğa şartlarında faşizme karşı savaşmaya yönelen Serhat için söyleyebiliriz. Sırtında sazıyla ölümün bir nefeslik yakınında özgürlüğü aramak kaçınılmaz olandı onun için. Ezilene, yok sayılana yaktığı şarkılarla birlikte özgürlüğe duyduğu arzunun gücü, ölümün soğuk nefesinin karşısında çok daha güçlüydü.



Marsyas, tanrı Apollon’la tutuştuğu yarışın sonunda derisi yüzülerek öldürülmüştü. Serhat ise Kürdistan dağlarında faşizme karşı savaşırken esir düştü ve işkence edilerek öldürüldü. Bedeni helikopterden, o en sevdiği Kürdistan’ın özgür dağlarına atıldı. Tanrının ve iktidarın unuttuğu şey, Marsyas ve Serhat’ın bir bedenden daha sonsuz bir durumu açığa çıkardıkları gerçeğiydi. Bu durum varoluş gerçekliğinin yakıcı dinamizminin, varolana üstünlük kurana karşı müthiş direngenleşip ölümle yok edilemeyecek bir özgürlük ve eşitlik isteğini açığa çıkarmasıdır. Öyle ki bundan sonra Serhat’ın melodilerindeki hüzün beni her seferinde içine alıp öleceğini bilen özgürlük arayışçılarının bile bile ölümün üzerine gitme tutkularını solumamı sağlıyor. Gitmek… Özgürlüğe açılan yelkenle ölüme adım adım gitmek… Korkusuzca ölüme giden Serhat’ın yenidenlik için alt üst oluşların, düzen için kaosun, doğum için ölümün olması gerektiğini hatırlatan şarkıları dönüp duruyor zihnimde ve Tuncay Akdoğan’ın Bir Nehir Ki Ömrüm şarkısının girişindeki şiirden bazı kesitler mırıldanıveriyorum:


“…gitsem ayrılık olur, kalsam çöl..

gidersem bende hasret olur ve belki beni sevenler de özler ama

anladım ki özlemden hiç kimse ölmüyor, ama ben ölüyorum..

…nefes alıyorum, önemsiyorum ve gitmek istiyorum…

…sevdiklerim ve beni sevenler,

bağışlayın su akıyor ve ben gidiyorum…”


 


Ciwan Ayaz


Çizim: Jiyan Munzur