Felsefe, Psikoloji, Röportaj, Sosyoloji

İlişkisel Olan Duygunun Politik İçerimleri Konusunda Neler Söyleyebiliriz?

Spinoza’nın tanımına göre duygu, birbirlerine daima eşlik eden “etkileme ve etkilenme kapasitesi”dir, başkalarına ve başka durumlara ya da olaylara bağlanma tarzlarıyla ilgilidir. Spinoza’nın yaptığı gibi, duyguyu bir etkileme ve etkilenme kapasitesi olarak tanımladığımızda, doğrudan ilişkisel bir kavram olarak görmeye başlarız. Zira, duygu, etkilenmeye açık olması itibariyle ilişkiseldir, toplumsaldır. Duygudan bahsetmeye başladığımız anda, ilişkisel karşılaşmanın politik boyutu içinde buluyoruz kendimizi. Irk, toplumsal cinsiyet ve cinsellik arasındaki kesişmelerden yola çıkarak Özkan Günaydın, Ciwan Ayaz, Necat Zivingî ve Janya Kurmanchyan’a sordum: İlişkisel olan duygunun politik içerimleri konusunda neler söyleyebiliriz? İşte cevaplar:


Özkan Günaydın:

Toplumun eridiği, nesneden nesneye geçen mutluluğun ayyuka çıktığı, rasyonel düşüncenin yerini değişik hazlara bıraktığı bir çağda duygusal ilişkiler politik alan üzerinde fazla tahakküm oluşturamamaktadır. Fransız Devriminden 1990’ların başına kadar olan süreçte hayatın her alanında kendini gösteren ulusal kimlik bilinci; kitle iletişim araçlarının gelişmesi, şehirlerin birbirine yakınlaşması, Doğu-Batı ayrımının ortadan kalması, sosyal medyanın gelişmesiyle, özellikle Alfa ve Z Kuşağı’nın vatandaş değil de “nettaş” olabilme tutkusu, yani dünya üzerindeki tüm kimlikleri, pasaportları, dinleri ve mezhepleri inkar etme eğilimi politik alanı ikinci plana atmakta, bununla birlikte “bireysel özgürlükler” adı altında duygusal ilişkilerini kendi kabuklarında yaşama arzuları, çağın en gerçekçi tarafı olarak kendisi belli etmektedir. İnsanların agoralardaki topluca tartışma, sorgulama olanaklarının yerini AVM’lerdeki limitsiz alışverişlere bırakması ve bunu bir hayat tarzıymış gibi algılamaları aşkı da “dağı delmek” yerine “dağı satın almak” olarak anlamalarına neden olmaktadır.



Necat Zivingî:

İnsan köklü bir katarsis gerçekeştirmediyse hiçbir ilişkilenmesinde (duygusal, ticari, siyasi, vs) bilinçdışından ve aidiyetlerinden (erk, etnisite, memleketçilik, din, ailecilik, politik edinimler, vs) soyutlanamaz. Bir süre bastırsa veya gizlese de bunlar bir şekilde farkında olmayarak reflekslerini belirler ve evreye göre daha şiddetli bir şekilde görünürleşir. Duygusal bir ilişkide de taraflar politik kabullerini ötekine benimsetmeye veya partnerini bu politik kabulün bir parçası yaparak (kendince) kabullenir görünür. Karşıt-düşman görüşe sahip biriyle duygusal bir etkileşim varsa, sözgelimi cinsel ilişkide bir çeşit intikam alma, sömürme veya alt etme-yenme yönelimi davranışları belirleyebilir. Kişi duygu yoğunluğunun etkisiyle başlarda (hatta uzun bir süre) bunu örtmeyi başarsa da, sonuçta bir gün muhakkak bunu dışa vurur.


Ferhad Pirbal bir romanında kahramanının kızgınlığını “O an yirmi arap devletinden yirmi kadını becermek istedim.” türünden bir cümleyle dışa vurur.


Mesela siyah insan genelin bilinçdışında köle-iş ‘gücü’nü temsil ettiğinden, onunda sevişme arzusu da bir yönüyle onu üsttenci bir edayla hizmet ettirme-sömürme niteliği taşır. Yine hakaret ve küfür olarak kullanılan literatür de ‘politik’ olanın duygusal bağdaki rolünü yansıtır.



Ciwan Ayaz:

Günümüz insanının çevresinde olan bitenlerle ilişkisinin arı bir korunma, beslenme, çoğalma; yani temelde hayatta kalma reflekslerinden beslenmediğini düşünüyorum. Mesele artık çok daha kompleks ve ideolojiktir. Günümüzden 20 bin yıl öncesinde yaşayan insan toplulukları muhtemelen yukarıda saydığım reflekslere en saf haliyle sahiplerdi. Doğanın hayat veren ve alan şartlarında insan dahil tüm canlı yaşamının en temel güdülerinin son derece işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Vahşi bir hayvana av olmamak için korkunun, beslenmek için avcılığın ve toplayıcılığın; en temelde hayatta kalabilmek için tüm bunlarla birlikte çoğalmanın ve gruplar halinde hareket etmenin geçer akçe olduğu zamanlardan bahsediyorum. Güdülerin ve rasyonel aklın en “doğal” haliyle yaşandığı dönemler.


Evet, ne dediğimin farkındayım, güdüsellik ile rasyonel aklın erozyonsuz harmanlandığı zamanları düşünün. İnsanlığın en büyük belası olan mülkiyet duygusunun henüz esamesinin okunmadığı zamanlar. Modern insanın rasyonel akılla dolup taştığını ve onu modern yapan şeyin tam da bu olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Rasyonel aklın, güdüsellik atıflarına boğduğumuz hayvanlarla aramızdaki en büyük fark olduğunu savunageldik. Fakat ben, bunun hiç de böyle olmadığını düşünüyorum. Rasyonalite, ideolojik manipülasyona en az uğranmış yaşamlarda aranmalı. Tek amacı ölmemek, alanını korumak ve çoğalmak üzerine kurulu yaşamlardan bahsediyorum. İçine tanrı zehrinin, hiyerarşinin, ezen ezilen ilişkisinin, cinsiyetlenmenin giremediği yaşamlar, en rasyonel yaşamlardır kanımca.


Şimdi dönüp bir de “biricik, zeki ve rasyonel aklın” temsilciliğine soyunmuş insana bakalım. Muhtemeldir ki bundan 12-13 bin yıl önce insan, en büyük keşfini yaptı. Bu keşfin sahibi “erkek”ten başkası değildi. Kendisinin yeni bir yaşamın doğmasına aracılık ettiğini öğrenen erkekle başlıyor bütün manipülatif hikayemiz. Doğacak çocuğun kendisinden olup olmadığından emin olmak isteyen “erkek” ilk mülkiyet edinimini gerçekleştirdi. O ilk mülkiyet “kadın”dır. İşte biz, bir bütün olarak maruz kaldığımız toplumsal ahlakın merkezinin en derinlerine gömülmüş o ilk mülkiyetin kodlarıyla birlikte, son derece irrasyonel duygulanımlarla boğulan hayatlarız sadece.


İlk tekleştirmeyle birlikte gittikçe güçlenen, dallanıp budaklanan esaret zincirlerinin oluşturduğu ezen ezilen ilişkisi, daha ileriki zamanlarda toprağın da ekilip biçilmesiyle zihinlerimizi ve duygularımızı, sahip olma ve kaybetmeme kodlarıyla dolup taşırdı. İnsan, artık salt konforunu korumaya çalışan bir varlıktır ve bu konfor alanı, son derece irrasyoneldir. İçinde özgürlük istencine dair en ufak nüveler bile bulunamaz. Varlık, ilişki ağını tekliğin su götürmez mülkiyetçiliğiyle yıkayınca geriye onu korumak için tahakküm zincirlerine tutunmaktan başka ne kalır?

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Tigran Hamasyan Müziği Örneğinde Stendhal Sendromu

Duygularımızın geçmişin zihinlerimizde oluşturduğu tortularından beslenmediğini kim savunabilir? İnsan duygularından bahsederken pir u pak bir öze yapılacak herhangi bir vurgu, şahsen benim külahıma anlatılacak sözlerden ibarettir. Öz, insanlaşma süreciyle birlikte yok oldu. Dolayısıyla, yapısöküme uğramamış duygularla gerçekleşen ilişkiler de insan konformizminin o en müptezel işlevselciliğiyle köhnemiş hümanizmanın biricikleşme aracıdır sadece. Eğer esas, iyi hissetmek ve hissettirilmek ile ilgiliyse bütün politik karşıtlıklarımızı bir kenara bırakmamız gerekir. Cinsiyetlenme çöplüğünün ortasında ilişkilenirken birbirimizle, duygularımızı esaslaştırıp onlara en natürel halimiz muamelesi yapmamız, akıl tutulmasından başka bir şey olamaz. Ve evet, duygularımız; ata-babanın elindeki en büyük ideolojik kozdur. Neredeyse hiçbir pratiğimiz ondan icazet almadan harekete geçmez. Doyurulmayı bekleyen müptezel bir “ben”i, o oluşturur. Bu güzel soruya vermeye çalıştığım cevabımı son olarak bir denememde tarif ettiğim “ben”le bitirmek istiyorum;


“Ömrümüzün büyük kısmında onu doyururken arta kalan zamanlarda onun vicdan tapınağına kurbanlar veriyoruz. Kurban olarak seçtiklerimiz, feda edebildiklerimizden başka ne olabilir ki? Bu dakikadan sonra, feda edemediklerimizle sarmaş dolaş yaptığımız yaşam danslarının molalarında, yumruğumuzu göğe doğru sıkarak tahakküm araçlarına lanetler okumak ne işe yarar? Her şekilde vicdan tapınağımızı ve efendilerimizi doyurma görevimizi yerine getiriyoruz. Unutmayalım ki efendiler “ben”deki açlıktan, tapınaklar ise “ben”in açlığı doyurulduktan sonra oluşan trajedilerden faydalanır.”



Janya Kurmanchyan:

Tüm diğer canlılarla birlikte insanların da sayısız özelliklerinden -hatta en önemli özelliklerinden- biri de duygusal varlıklar olmalarıdır. Öyle ki insanın bilinçaltının hala ilkel olduğu ve bedene bunu yansıttığı söylenir. Topluluk önünde konuşurken heyecanlanan bir kişinin beyni, bunu tehlike olarak algılar ve çeşitli hormonlarla bunu bedene yansıtır. Çünkü beyin ilkeldir, hala mağarasının yabani bir hayvan tarafından fark edildiğini düşünebilir.


Bu ilkel beynimiz, duygusaldır. Her ne kadar beyin-mantık ilişkisi kurulsa da bu böyle değildir. Mantıklı olan zihnimizdir. İnsan, zihinsel olarak kendini geliştirmeden önce, duygusal olarak gelişmiştir. Bu yüzden, yaşlandıkça olgunlaşır ve mantıklı kararlar vermeye başlarız. Çünkü   heyecanla, sevinçle, öfkeyle hareket eden ilkel beyni, artık gelişmiş zihin frenlemektedir ve baskılmaktadır. İnsan, politikaya da içgüdüsel   yani duygusal yaklaşmıştır. Çünkü, duygunun etkileme ve etkilenme kapasitesi vardır.


Birbirimizle etkilenme halinde bir yaşam sürdürdüğümüzden, bedenimiz diğer bedenlerle duygulanıma açık olur. Bu duygulanımların bazıları onunla uyuşur, bazıları da uyuşmaz. Duygular önemlidir, çünkü öngörülemez bir potansiyele sahiptirler. Duyguları öngöremezsiniz, hesaplayamazsınız ve belirli formüllerle açıklayamazsınız. Bu yalın gerçekten yola çıkan bazı insanlar kendi toplumları düzeyinde bu cümleyi ele alarak faşizm, ırkçılık, milliyetçilik gibi siyasi ideolojilere, çeşitli miktarlarda araç olarak kullanmışlardır. Aynı fikirden yola çıkan bazı diğer insanlar, bunu ekonomik ilişkilere de uyarlayarak kapitalizmin bazı alt başlıklarında olduğu gibi ezen-ezilen grupları makul ve normal gören fikirleri desteklemek için kullanmışlardır. Örnegin Darwin, ısrarla doğrusunun “güçlü” değil, “değişime açıklık ve uyumluluk” olduğunu vurgulamıştır; bunu daha en başlardan savunmuştur.


Aslında politika, ilkel beynin aidiyet duygusunun tatmin olma yeridir. İnsan uyum sağlar, değişir, kendine bir kimlik oluşturur, var olur ve güçlü hisseder. Bu; toplumun, insanın bir aksaklığı ya da suçu değildir, tam tersine doğamızı başarıyla açıklayabildiğinin güçlü bir göstergesidir. Fakat bu noktada anlatılan, duygunun sadece olumlayıcı yönü değildir. Çünkü duygu sadece iyiyi ya da özgürlüğü istemez, faşizan da olabilir, gerici de, barbar da.


İktidarlar da tam da bunu kullanır. Birçok toplumda politikleşmiş insan, canla başla kurtuluşu için mücadele ederken aslında köleliğinin başka bir boyutu ve devamı için canla başla savaştığını fark etmez. Çünkü o toplumlarda özgürlük anlayışı bireyseldir, bu da sadece kişiye, neye ve kime köle olacağını seçme dışında şans tanımaz. Çünkü, özgürlük bireysel değildir, doğası gereği ilişkiseldir. Duygunun politik boyutunda, toplumun özgürleşebilmesi için kolektif mücadele bilincini tam merkeze koymak gerekir.


Duygu kavramının başından itibaren ilişkisel, politik yönelimli olduğunu ortaya koyması ve duygunun politik boyutunu kapsamlı bir biçimde incelemesi açısından özgürleştirici kolektif mücadelelere katkı sağlayabilir. Duyguların rasyonel olarak öngörülemez potensiyelini, etik problemini, ancak kolektif mücadelede olumlu ve haklı olarak kullanabiliriz.


O gelişen zihinle beraber duygularımızı da eğitmenin ilkel beyni susturmanın zamanı geldi de geçiyor. Çünkü “Yaşamak için öldürmelisin!” ya da “Ya kaç ya savaş!” diyen ilkel, eğitimsiz duygunun politiksel yaklaşımı sadece faşişt ve barbarcadır. Günümüzde bunun tersi yaklaşımlar da vardır. Onların duyguları eğitilmiştir ve özgürlük anlayışları bireysel değildir. Eğitilmiş duygunun politiksel yaklaşımı ne kaçmayı, ne  gerekmedikçe savaşmayı ne de öldürmeyi öngörür.