Genel

İnsanın Taşrası

   Rezalet ve gerginlikle dolu üç günden sonra selamlar. Takip edenlerin bildiği üzere Metro Turizm denen lanet firma ile sıkıntılı zamanlar yaşadım. Modern beddualar arasına “Diyalektik hezeyanlara gelesin, manipülasyonsuz çağrışımlara gelesin!” vs den sonra “Bilet bulamayasın da Metro Turizm’e binesin!” de eklenmeli, eklendi. Üzerine yazıp (sayıp, sövmek) isterdim fekat olay bildiğiniz üzere adli sürece döndü. Karakol tutanakları ve ifade tutanaklarını paylaşmıştım ki yazdığı gibi otobüslere 1434’er lira para cezası tatbik edildi. Diğer konuya hiç girmek istemiyorum bile (otobüsten kavgayla atılıp, karakoldan şu an bulunduğum yere gelene kadar yaşanan kabus gibi süreç).

 

 

Konya’ya 50 km kala otobüsün motorunun yanması üzerine şoförün kendi kendine tamir etmeye çalışması, saatler sonra dahi yardım çağrılarına cevap vermeyen genel merkezin sorumsuzluğu, yaşanan kavgalar ve gerginlikler, 10 saat boyunca perişan edilen 54 yolcu, işine yetişemeyip işinden atıldığı için ağlayanlar, jandarmanın araya girip (bizi) ayırdığı hararetli kavgalar, 10 saat sonra yolcuları nakletmek üzere gelen şoförün sizden şikayetçi olacağız dedikten sonra bizimle “Hiçbirinizi almadan geri giderim.” diye tehditvari konuşması, daha neler neler, kelimenin tam anlamıyla rezalet.

 

 

   Olumsuzluklardan sonra kendimi ve çadırımı bir yere atıp uyudum. Öyle bir uyumuşum ki ne ayaklarımın şişi ve zonklaması, ne alnımın tam ortasına vuran güneş beni uyumaktan alıkoyamamış. Ülkede normallik adına hiçbir şeyin kalmaması ne kadar acı. Normallikten kastım ne onu da bilmiyorum. Herkes patlamaya hazır birer mayın. Ülke genelinde barajlara yüklü miktarda Xanax serpildiğinden, havaya bali ve tiner basıldığından işgillenmekteyim.

   Okuduğum kitapta Canetti şöyle söylüyor: “Insan yaşamı ölçüt olmaktan çıktığından bu yana, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmadı.” Tam da bu!

   Evde yola çıkmadan önce gözüm rafta duran Elias Canetti- Insanın Taşrası’ na takılmıştı ve yeniden okumak istemiş, kitabı son anda sırt çantama atmıştım. Canetti, bazı kitapların yıllarca taşındığını, her seferinde ucundan biraz bakılsa bile asla tamamen okunmadığını ama bir gün insanı o kitabı okumaktan alıkoyan zembereğin boşalmasıyla birlikte bir çırpıda okunduğunu anlatmış, bir meslek olarak edebiyatın yıkıcılığından söz etmiş. Kitabın bir yerinde, İnsanın sevdiği, güzel yüz değil, kendisinin harap etmiş olduğu yüzdür, diyor. “Ben” ne kadar da “bencil”. Yine bir yerde ekliyor; Her şey ”ben”den daha iyidir, ama onu nereye koymalı?

 

   Işte sizler için altını çizdiklerim:

• Hiç kırılmayanlar, nasıl yapıyorlar bunu? Sarsılmayanların hamurunda ne var? Her şey geçtiğinde, ne soluyorlar? Ortalık sessizleştiğinde, ne duyuyorlar? Kesilen artık ayağa kalkmadığında, nasıl gidiyorlar? Nerede bir sözcük buluyorlar? Hangi rüzgar esiyor kirpiklerinin üzerinden? Kim açıyor onlar için ölü kulağı? Kim fısıldıyor buz kesmiş adı? Gözlerin güneşi söndüğünde, nerede ışık buluyorlar?

   • İnsanlar üzerine herkesin bildiğinden, yazarların da şimdiye kadar bildiklerinden daha çok şey bilmek istiyorum. Bu yüzden kendi az sayıda insanımda derinleşmek zorundayım, sanki onları hiç eksiksiz yapmakla yükümlüymüşüm gibi, sanki onlar bensiz asla hayatta olamazlarmış, sözcüklerim onların soluğuymuş, sevgim yürekleriymiş, ruhum onların düşünceleriymiş gibi.

   • O, konuşurken sözcükleri aşırı sakin yerleştiriyor, sözcükleri üzerinde her zaman iktidar sahibi, sözcükler onu asla kovalamıyorlar, onunla asla alay etmiyorlar, hiçbir zaman gülünç düşürmüyorlar, – ben bu insana nasıl güveneyim?

• Bir insanın sevgisini yıkabilmek yıllar alır; ama hiçbir yaşam, bir cinayetten de beter olan bu cinayete yakınabilecek kadar uzun değildir.

   • Düzende canice bir yan var: Hiçbir şey izin verilmediği yerde yaşamamalı. Düzen, aslında insanın kendi oluşturduğu, küçük bir çöl. Sahibinin düzene tam olarak dikkat edebilmesi için bu çölün sınırlandırılmış olması önemli. Her şeyi gözü dönmüşcesine boğabilmek hakkına sahip bulunduğu böyle bir çöl alanı olmayan insan, kendini yoksul hissediyor.

   • O, daha ilerilere, henüz hiç gitmediği yerlere gitmek istiyor, artık nicedir emin adımlarla bastığı zeminini değiştirmek, emin olmadığı yerlere kaçmak, kurtuluşu daha önce hiçbir şeye bağlı olmadığı yerlerde aramak istiyor; başka şeyleri bağlayabilsin, bir araya getirmek için zorlayabilsin, başka şeyler sezebilsin diye.

   • Akıllı ve kendi kendine anlaşılabilir kalmak için okuyor. Yoksa – kim bilir nerelere savrulmuş olurdu şimdiye kadar! Elinde tuttuğu, gözden geçirdiği, açtığı, okuduğu kitaplar, onun kurşun ağırlıkları. Onlara, bir kasırga tarafından sürüklenmek üzere olan bir zavallının gücüyle sarılıyor. Gerçi kitaplar olmaksızın daha güçlü yaşayabilirdi, ama nerede olurdu? Bilmezdi bulunduğu yeri artık yolunu da bulamazdı. Kitaplar onun için pusula bellek, takvim, coğrafya yerine geçiyor.

   • Yaşanmış olan, ancak okunmuş olanla toplanabiliyor ve insan bu okunmuş olan olmaksızın hiçbir şey yaşamış olamıyor.

   • Mutluluğa ilişkin tasarımı: Bir yaşam boyu sakince okumak ve yazmak, kimseye tek kelime söylemeksizin, hiçbir zaman tek kelimesini bile yayımlamaksızın. Yazılan ne varsa, kurşun kalemle yazılmış bırakmak, sanki hiçbir amacı yokmuşçasına, hiçbir yerini değiştirmemek: tıpkı dar kalıplı amaçlara hizmet etmeyen, tümüyle kendi olan ve kendini, insanın yürümesi ve soluk alması gibi, kendiliğinden kağıda geçiren bir yaşamın doğal akışı gibi.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  İnsan Yüzleri

   • Her sistemin umut verici yanı o sistemden dışlanmış olanlardır.

• “Ölmek istiyorum.” dedi kadın ve on erkeği içti.

• Bir insandan onu sevinceye kadar nefret etmek.

• Yaşamak ve yargılanmak arasındaki fark, soluk almak ve ısırmak arasındaki fark gibidir.

 

 

   Kedişi kaldırmaya kıyamayıp yerde oturup kitap okumak 🙂 Yine gittiğim her yerde olduğu gibi patili kankalar edindim. Tekrar görüşmek üzere, kendinize iyi bakın.