Otoriter Aile Yapısı, Milliyetçilik ve Odipus
Hepimizin çocukluk dönemi, -çocukluğumuza özlem duyuyor olsak da- genel olarak sıkıntılı geçmiştir. Çeşitli gerekçelerle kutsanmış olsa da ailelerde ebeveynler için bir/çok çocuk dünyaya getirmek, sıkıntılı birlikteliklerine bir yenilik veya görev olarak sayılmaktadır. Bu tartışmalı olsa da ebeveynlerin belki azınlıkta kalan kısmı hariç, çocuk nasıl yetiştirilir bilmemektedir. Genetik bir aktarmaymış gibi anne/baba kendi çocukluğunda gözlemlediği anne/babasını, model alarak nasıl yetiştirilmişse kendi çocuğunu da öyle yetiştirmeye çalışır. Çok açıktır ki bir anne, baba için de bir çocuk yetiştirmek oldukça sıkıntılı bir süreçtir; çocuk altına işer, karnı acıkır, bağırır, ağlar, zıplar, tükenmek bilmez sorular sorar, dahası; ebeveynin tüm zamanını çocuğa göre programlaması gerekir. Çocuğun dünyası ile yetişkinin dünyası birbirinden farklı olduğundan bolca çatışmalar yaşanır.
Bir çocuk, annesi ve babası tarafından bir süs köpeği yahut oyuncak bir bebek zannedilmekte, sevgi açlıklarını çocuk üzerinden doyurabileceklerini düşünmektedir. Bu sevgi anlayışı, çocukların sevgisiz bir ortamda yetiştiğine dair gösterebileceğim örneklerden biridir. Sevgisiz ortamda yetişen çocuk şu demektir: Ataerkil ve otoriter aile yapılarında, ailenin özel mülkiyete dayanmasından ve ilişkisel olarak hiyerarşiyi barındırmasından dolayı böyle bir ortamda sevgi yeşeremez. Anne-baba-çocuk arasındaki hiyerarşi, aile içi bireylerin kendine ve birbirine yabancılaşması, bunlar sevgisizliğe neden olur. Zaman zaman çağlayan sevgi gösterileri de ya abartılıdır ya ikiyüzlüdür ya da yetersizdir, dolayısıyla sağlıksızdır. Yetişmekte olan çocuk, yetersiz sevgiden dolayı yaralı bir çocukluk geçirir. Bu ortamda çocuklar, bir yetişkinmişçesine eleştirilir, suçlanır, başka çocuklarla kıyaslanır, cezalandırılır, yalnızlaştırılır, kendi iç dünyasına yönlendirilir.
Aslında bu durum, gayet normal bir şekilde işler, çocuğa karşı alınan tüm bu tavırlar, çocuğu yetişkinliğe adım attırma çabalarını gösterir. Anne-baba, çocuğun özgür gelişiminin önünü açmaktansa kendisine benzetme çabasına girer ki bu ebeveynin kendini aklama çabası anlamına gelir.
Otoriter/ataerkil aile yapılarında, bireylerin her birinin içinde bulunduğu topluma göre temsilleri vardır. Kapitalist bir toplumda erkek burjuvaziyi, anne işçiyi temsil eder; çocuklar ise kapitalist düzen için yetiştirilen işçiler, memurlar, askerlerdir. Her toplumun temel çekirdek yapısı, ailedir. Aile, toplumun da devletin de mikro göstergesidir. Dış dünyaya yetişkinleştikçe açılan çocuk, aldığı ilk model olan ailesini temsil eder. Girip çıktığı okullar, kışlalar, ofisler, fabrikalar hatta hapishaneler de aynı temele sahip kurumların farklı tarzlarıdır.
Yaralı bir çocukluk geçiren kişiler, özgüven eksikliğinden, fazlaca hırpalandığından ve sevgisizlikten kendisini kanıtlama ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç sağlıksız bir şekilde devamlılık gösterir. Odipus kompleksini yenemeyen çocuk artık yetişkinse de her yerde bir baba ve anne görür. Fakat öncelikle bu kompleksi biraz açalım. Freud’a göre çocuk geleneksel aile yapısı içinde annesini arzulamakta ve babasını kıskanmakta, babasının yerine geçmek istemektedir. Bu bastırılan arzularla birlikte ailesel yapının bir sonucudur sadece ve bu kompleks genelde aşılamadığından ve çocuk artık aile dışına açılsa da anne-baba-çocuktan oluşan Odipus üçgeni yaşamın her alanında oluşturulmaya devam edilir. Freud’un tüm insanlığı “hastalarım” olarak görmesi boşuna değildir.
Fakat ben, bunu milliyetçilik ve faşizm üzerinden ve Hitler’i model alarak anlatmaya çalışacağım. Adolf Hitler’in çocukluğu pek çok kimsede olduğu gibi sıkıntılı geçmiştir. Babası onun memur olmasını istemiş, fakat babasının bu otoriter tavrına karşı çıkarak memurluğu reddetmiş resim sanatına yönelmiştir. Fakat yoksulluğun içine düştükten bir süre sonra, her ne kadar baba üzerindeki sembolik otoriteye bir kaçış olarak itaatsizlik etmiş olsa da nasyonalist fikirlere sempati beslemiş, üstün ırk ideolojisini oluşturmuştur. Bu, onun iktidar arzusunu göstermekte, babasının otoritesine karşı çıkmış olsa da otoriteye saygısı saklı tuttuğunu göstermektedir. Yaralı çocukluğunu bu şekilde tedavi etmeye çalışmıştır.
Annesinden büyük bir duygusallıkla bahseden Hitler, hayatında bir kez ağladığını bunun da annesinin ölümünün ardından olduğunu ifade etmiştir. Seksüel yadsıması ve anneliği ülküleştirmesi ırk kuramıyla özdeştir. Hitler, babasına olduğu kadar annesine de takıntılı bir kişiliktedir. Babasını kıskanmakta, babasının yerine geçmeye çalışmaktadır. Sembolik düzeyde de bunu başarmıştır. Bastırılan her arzunun faşizme yol açması doğaldır. Faşizm ideolojisinde bilindiği gibi vatan, devlet, millet üçgeni önemlidir. Üçü de kutsal kabul edilmektedir. Faşizmde baba devlettir, ana vatandır, millet ise bu ailenin üyeleri, işçileri, memurları, askerleri gelecek nesilleridir. Üç kurumun temeli de özel mülkiyete dayanmaktadır.
Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Psikolojisi adlı kitabında bu görüşünü dile getirmişti. Vatan ve millet tasavvurları, öznel-duygusal çekirdeklerinde annenin ve ailenin tasavvurlarıdır. Dolayısıyla nasyonalist duyumsama aile bağının doğrudan uzantısıdır. Anne köktür ve biyolojik doğurganlık özelliğiyle vatana/aileye babanın/devletin koruması altında saf kan çocuklar doğurmaktadır. Bu hastalıklı anlayışta nazizm saf ırkı keşfetmiştir.
Ataerkil ailede, erkek çocuğun önemi yüksektir. Üstün cinsiyet sayılmasının yanı sıra, soyun devam ettirici döl kaynağıdır. Lakin baba/devlet karşısında kul konumunda olduğundan, hınç duygusu da gelişmektedir. Hitler, devletin başına geçmeyi başararak baba olmuş, anası saydığı, anası gibi sevdiği vatanın işgalcisi, koruyucusu, genişleticisi olmuş ve devlet olarak bu ana-gibi-vatanda saf ırklar yetiştirmeye çalışmış, arı ırk dışındakileri de bilindiği gibi soykırıma uğratmıştır. Hitler, ana-gibi-yari vatan bilip bellemiştir başka bir deyişle. Özetle Odipus Kompleksi üzerinden Hitler’i böyle çözümleyebilmekteyim. Şüphesiz sosyolojik, ekonomik etkenleri yadsıyarak değil. Fakat bilinç dışında gerçekleşen her Odipus kompleksi, her sıkıntılı çocukluk Hitler’in izleyeceği seyri izleyecek değildir. Franz Kafka’da da ciddi bir baba takıntısı oluşmuş fakat o babadan sürekli kaçmayı, hatta baba olmaktan bile kendini imtina etmiştir kendi babasına benzeyeceği korkusuyla.
Milliyetçiliğe yönelmenin vatan millet tasavvurunun aile anne tasavvuruna dayandığını söylemiştim. Milliyetçilik bu sebeple yaralı çocukluktan çıkış için aynı modelle alternatif sunmaktadır. Özgüveni olmayan, sevilmemiş ve sevgisiz bir kişilik için milliyetçiliğin sunduğu olanaklar oldukça fazladır: kahramanlık başlığında toplanır bunlar. Vatanseverlik adı altında kişi çok kolay duygusal ailesel bağlar kurabilmektedir. Ancak bu tür kişilikler illa kendisini milliyetçi bir grup içinde ifade etmeyebilir. Yetersiz ve sağlıksız kişilik üstün ırk/millet, tarih, kutsallar, dev bayraklar, kanunlar, savaşlar aracılığıyla bira köpüğü gibi taşar. Aynı bağlar ve kişisel zaaflar ile bir tarikatta da, bir sosyalist örgütte de veya herhangi bir grup içinde de ifade edebilir. Sosyalizm ve bu kişisel zaaflar çatışabilir fakat kişi dışarıya kendini her ne kadar “sosyalist” olarak ifade ediyorsa da içeriden başka sesler yükselebilir, kompleksini inşa etmeyi sürdürebilir. Sonuçta kendini henüz birey olarak ifade edemeyen kişi bir grup içinde çok daha kolay gizleyebilir, sözgelimi “bir sıra neferi olarak”.
Odipus kompleksi, aşılması gereken bir üçgendir. Elbette ahlaki gerekçelerle değil. Bu üçgen arzu akışlarını bastıran, yönlendiren, faşizmlere neden olan organize eden bir yapıya dönüşmekte; yeni karşılaşmaların, potansiyellerin, göçebe olanakların ve sayısız oluşların önüne setler örmektedir.
Bu üçgeni dağıtmak için sanıyorum ki Nietzsche’nin çekicine, Spinoza’nın yonttuğu gözlüklere ve elbette Deleuze’ün sıçrayışlarına ihtiyacımız olacak.
Ataerkillik ve ırkın babadan gelme bin ABC’si aslında İsrailoğlulları’ndan gelmiştir. Soyun bir kadın üzerinde dağılması daha az bir üretim doğduğundan dolayı, bunu baba soyu daha çok üretim sağlanması daha hızlı olduğunu söylediler. Bu yüzden anaerkilden ataerkil süreci buradan başlıyor. Anaerkil de bir mahremiyet olarak görmüşler.
Direkt babam geldi aklıma. 8-1 çocuklu bir aileden, çoğu kez, toplumsal yıkıntılara maruz kalmış, bu yüzden milli ve öz güvenden neredeyse yoksun bir şekilde büyüdüm. Bu iki etkeni geri getirebilmek, mazbutlaştırmak için çokça zaman ve enerji harcadım. Aile müessesi çok önemli bir mecra. Bence bizim bu konuda gelecek için çokça çaba sarfetmemiz lazım.
Bir kitapta okumuştum politikacı bir babanın çocukları da politikacı olmak zorunda diye yıllardır bu cümlenin ağırlığını omzumda taşıyorum. Ikinci bir husus Ne yazık ki 21.y.y olmamiza rağmen entelektüelim diye geçinen insanların hala çocukları üzerinde otorite kurmaya çalıştıklarını gözlemleyebiliyoruz buna en basit bir örnek verebilirsek vegan bir anne ile baba ileride oluşacak çeşitli hastalık ve eksikliklere rağmen çocuklarına da aynı düşünceyi dayatıyorlar. Bana göre aile kan bağıyla bulaşan en berbat hastalıktır. Saygılar..
Hiç seçilmişlik duygusuna kapıldınız mı kimimiz buna kader deyip geciştirebilir fakat ben seçilmişlige inan biriyim benden 8 ve 5 yaş büyük abilerim olmasına rağmen adliye koridorlarında cezaevinin yarı tel yarı cam görüşmelerinde 4 yaşında olmama rağmen hep ben vardım bu tesadüf değil seçilmişim bir kere babam yerine geçmek istemezdim fakat sistemin bütün kötülüklerini zulmünü hepsini ben çekeceğim diye DNA ma kodlanmisti hala da aynı şekil devam eden bir süreç var babam var ama babadan çok babacilik yapıyorum bunu istediğim için değil mecbur bırakılmışım. Yaramıza dokunduğum için teşekkür ederiz:)
Çocukluğu iyi geçmeyen insan gerçekten bataklıktan kurtulamıyor. Sadece cirpiniyor o kadar.
Kotu arkadasliklar, sevgi eksikliği yüzünden kotu ilişkiler, kolay kadirilma, düzensiz hayat, gelecegi plansiz yasamak, umutsuzluk, kotu dusunceler..
say say bitmez bu ya.
Olumsuz çocukluk deneyimlerinin günlük hayatımızı etkileyip etkilemeyeceğinin en büyük belirleyicilerinden biri, bu deneyimlerin çocukluk yaşamımız boyunca ne kadar tekrarlandığı ve bu yaşantılar olurken yanınızda olup sizi bu yaşantıların kötü etkilerinden koruyacak birilerinin/ bir şeyin olup olmadığıdır. Örneğin hem anne-babası tarafından evde, hem öğretmenleri tarafından okulda hataları için sürekli sözel/fiziksel olarak cezalandırılmış bir çocuğun, “cezalandırılmayı hak ediyorum” mesajını daha çok içselleştirmesini ve belki yetişkin olduğunda aşırı mükemmelliyetçi karakter özellikleriyle birlikte, hataları sonrası kendini zor affeden bir birey olmasını bekleyebiliriz. Bu olumsuz olaylar sonrası oluşmuş, kişilerin kendileriyle ilgili katı temel inançları, hayatlarına yön veriyor hale geldiğinde işler içinden çıkılmaz bir duruma gelebiliyor.
Yürümeyen evlilikleri onlar adına sürdürmek ise özveridir ama doğru olup olmadığı kuşku götürür. Çocuklarımıza mutlu bir ev ortamı sağlayamıyorsak boşanmanın onlara daha çok zarar verdiğini düşünmemeliyiz.
Çünkü sağlıklı bir boşanma sağlıksız bir evlilikten daha iyidir.
Yine çok verimli bir yazı olmuş 💜
Aile bireylerin kendi otoriterilereni tatmin edebilmesi için kurbanlara ıhtiyaç duyduğunu düşünüyorum bu kurbanlarıda kendi üretiyorlar. Hiçbir şeyden habersiz yaşamı tanımak isteyen saf çocuklara adeta sülük gibi yapışıp onları bastırmak,aşağılamak yeri gelince şiddete başvurarak hastalıklı kişiler yaratıyorlar . Bu etkenlerle büyüyen çocukların ilerde kendilerine gelmek için sarfettikleri çabayı çok iyi biliyorum. Evliliği ve çocuk doğurmayı marifet sayıp kendileriyle birlikte herseyi yıkma çabaları acı verici. Acı çekiyoruz ve kimse görmek istemiyor bu dışlanma değil sadece, aynı zamanda varlığımızın yok sayılması demek. Biz var olduğumuzu sonuna kadar onlara gösterecez. Bunlardan kurtulmak için çaba göstermeliyiz. Yaşam çok güzel, yaşamak çok güzel yağmuru hissetmek,aşık olmak ,koşmak bunların hepsini kaçırmak delilik bana gore 🙂