Edebiyat, Misafir Ol Gel Bana, Röportaj

Özkan Günaydın ve Kaos Edebiyatı

Leydiyiz en centılmıns, selamlar. Bugün pek bir sevdiğimiz, çiçek şair Özkan Günaydın Bey bizlere misafirliğe geldi. Kendisini daha yakından tanımanız için önce buyrun söyleşiyi okuyalım:


-Klişe bir soruyla başlayalım. Ki bu soru klişe gibi gözükse de okuyucuların sizi tanıması anlamında önemlidir. Özkan Günaydın kimdir?

–Erzincanlıyım. Felsefe bölümü mezunuyum. Bir yandan da KPSS’ye hazırlanıyorum. Ne kadar devlet yanlısı olmayan aykırı bir tarafım olsa da, eğitimcilik bazında bir şeyler yapmak istiyorum.


-Peki, yazarlığa nasıl adım attınız? Yazarlık yönünüz hep mi vardı yoksa sonradan mı başladı?


-Çok ilginçtir. 2004 yılında babamın sigarayı bırakmasıyla birlikte başladı benim kalem kağıtla haşır neşir olmam. Babamla birlikte inşaatlara çalışmaya giderdik ve babam sürekli sigara içerdi. Çok severdi sigara içmeyi. İkili gibi olmuşlardı adeta. Ancak sağlık sorunlarından dolayı bırakmak zorunda kalmıştı ve ben de oturup bunun üzerine bir şiir yazdım. Birkaç arkadaşıma gösterdim. Onlar fazlasıyla beğendiler. Beğenmeleri üzerine gaza gelmiş olmalıyım ki, “durun bir tane daha yazacağım” dedim. O zamanlar sevdiğim bir kız vardı. Sarışın mavi gözlü, çok güzel bir kızdı. 3 sene peşinden koşmuştum. Onun için yazdım ve arkadaşlar aşırı beğendiler. Sonra onun için, bunun için yazayım derken, bir de hükümeti devirmek için yazayım dedim. Sonrasında ise ilk kitap çıktı. “Yoksulluğun Ve Baharın 25. Sokağı” adlı kitap ama tutmadı. İlk kitap tutmamış olsa da, ben yine de yazmaya devam ettim. İkinci olarak da “Kolera Cumhuriyeti” çıktı.


 -Kolera Cumhuriyeti’nden bahsedelim. Ben sizi ilk facebook’ta “Şizofren Tıngırtılar” sayfasından takip etmeye başladım. Kitaplarınızla da o vesileyle tanıştım. Kullanılan üslup, yaklaşım çok hoşuma gitmişti. En çok dikkatimi çekenlerden biri, yazılarınızda sıkça “raduyallahu anh” takısını kullanmanız. Nedir bunun hikâyesi?


-Bu takıyı sözlerimi tasdikleme anlamında kullandım. Bunun dini bir boyutu da var. Bu takı peygamberimizi tasdikler anlamda kullanılırdı. Ben de yazılarıma bununla manevi bir boyut katmak istedim.  Tamamen şiire odaklı ve şiir güçlensin diye kullanılmış bir şey benim için.


 -Neden Kolera Cumhuriyeti? Kitaba baktığımızda sanki böyle bir cumhuriyet var. Hatta kendine özgü kuralları da mevcut. Nerden esinlendiniz buna dair?


-Metin Kaçan’dır bu konuda ilham kaynağım. Kendi yaşamı, sansasyonel yaşamı ve “Ağır Roman’da kullandığı “Kolera” esinlenmeme vesile olmuştur. Metin Kaçan kolera olarak kullanmıştı. Ben de bir adım öne geçerek “Kolera Cumhuriyeti” olarak kullandım. Dilerim benden sonra da bunu ileri adımlara götürenler olur. Metin Kaçan intihar etti ve yaşamını yitirdi. Onun bıraktığı bayrağı ben devraldım. Benden sonra da başkaları devralacaktır zamanı gelince. Bu öyle bir cumhuriyettir ki, her pisliği, esrarkeşi, fahişeyi, beyaz yakalılar dediğimiz düzgün bir işi, evi, arabası olan insanları, eşcinselleri, küfreden polisleri, valiyi, kaymakamı ve fazlasını barındırır içinde. Özellikle ezilenlerin, ötelenenlerin var olduğu ve hüküm sürdüğü bir cumhuriyettir.


 -Kolera Cumhuriyeti’nin felsefesi nedir?


 -Hiç. Ancak bu bildiğimiz klişe manada bir hiçlik değil. Aksine kaotik, anarşik bir hiçlik.


-Kitapta ve yazılarınızda sıkça bahsi geçen bir isim var. Şebnem. Gerçekten öyle bir karakter var mı, yoksa hayali bir karakter mi?


 -Kitabı okumayan insanlar bile Şebnem’i soruyorlar bana. Elbette öyle bir karakter aslen yok. Burada da Murat Menteş ilham olmuştur bana. 31 yaşına kadar sevilmedik ya, kendimize bir Şebnem yarattık (ki o da hiçlikten gelmektedir) ve Şebnem’e hitaben yazıp çizdik. Konu her ne olursa olsun, ister yazı ister şiir olsun, Şebnem de orada oluyor mutlaka. Beni tasdikliyor da bir yandan. Ne kadar hayali olsa da.


 -Kolera Cumhuriyeti’nin çok farklı bir dili var. Küfürler kullanılmış. Anarşist bir üsluba sahip. Ziyadesiyle aykırı ama birçok farklı kesimden ilgi görüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?


 -Edebiyat, şiir dünyası artık tıkanmış durumda. Cemal Süreya, Turgut Uyar vs geçmişte kalsa da, yenileri fazla olmadığı için insanlar tekrar tekrar onları okumak durumunda kalıyorlar. Herkes sıkıldı aslında bundan ve farklı kişileri, farklı üslupları okumak istiyorlar.  Benim yazdıklarım Postmodern değil. Daha farklı bir şey ve insanların dikkatini çekiyor bu dil, yazılanlar.  Biraz da artık farklı kişileri okuma isteğinden olsa gerek, farklı kesimlerden, çizgilerden kişiler okuyor yazılarımı ve beğeniyorlar. Kaotik anarşist bir yaklaşım, dil ilgi görüyor birçokları tarafından.


 -Özkan Günaydın’ın hayalleri, beklentisi nedir?


-Fazla bir hayalim yok. Bir şeyim olsun da istemiyorum. Bir film senaryom var. Onu çekmek istiyorum. Artı, yakında çıkacak olan bir romanım var. Şimdilik bundan öte bir hayalim yok.


Kitapta şöyle bir paragraf çarptı gözüme: “Kolera ahalisi milli gelirden payına düşen parayı dolar değil de çift çarşafa sarılmış üç fişek esrar almak istediği başkente yolladıkları dilekçeye cevap alamadıkları için genel ve mahalli seçimlerde bu olayı protesto etmek için seçim sandıklarına yetişkin kadınlar doğum kontrol haplarını, yetişkin erkekler ise çiçekli prezervatiflerini atarlar.”


Bu pasif bir eylem. Devlete karşı gösterilen taşlı, molotoflu, bombalı eylemden ziyade bu şekilde pasif bir eylem. Burada devletin seçilmişlerine gönderme vardır aslen. Gandi’nin tuz eylemi vardır mesela. Basit bir eylem gibi gözükse de, önemli bir eylemdir ve bağımsızlığı kazanma yönünde katkısı olmuştur. Kolera ahalisi de buradan esinlenmiştir. Pasif ama getirisi olabilecek bir eylemdir anlatılan.


 -Peki, Özkan Günaydın’ın siyasete bakışı, devlet algısı nasıldır?


-Genel olarak devlet karşıtıyım. Bu sadece bir partiye karşı olma düşüncesi değil. Totali kapsayan bir düşünce. Hani derler ya beş parmağın beşi bir değildir diye, bana göre bütün politikacılar hırsızdır, menfaatçidir. Halktan yana değildir. Halkı kendi kalıbı çerçevesinde, menfaatleri doğrultusunda yönetir. Ben de her zaman bunun karşısında yer aldım, alacağım.


-Kitaplarınızdaki dili anarşist bir dil ve anarşist bir görüş olarak mı tanımlamalıyız?


-Tam olarak anarşist değil. Evet, anarşizm var ama açıkçası kendimi bir görüşle sınırlamak ya da tanımlamak istemiyorum. Şu veya bu şekilde değil, özgürce, bir kalıba sıkıştırılmadan konuşmak, yaşamaktır benimkisi. Ezilenlerin yanında yer alan her kesimden bir parça bulunur içimde.


-Yazılarınızda genel olarak burjuva kesimine göndermeler var ve ezilenden yana alınmış bir tavır. Buradan da çizginizi görmek mümkün sanırım.


-Yazılarım ezilenlerden, ötekilerden yanadır her daim. Kolera Cumhuriyeti ne kadar herkesi kapsasa da, aslen ötekilerin hakim olduğu ve reel hattan bağımsız, reel yasalara aykırı yasalar barındırır. Orada ezilenlerin sözü geçer. Burjuva takımının değil. Elbette bu da duruşumun bir göstergesi. Sosyalist yönüm olsa da, asla sosyalist olmayanları öteleme ya da onların verdiği mücadeleyi hiçe sayma gibi bir durumum yok. Muhafazakâr kesimden, liberallerden vs daha birçok kesimden hakkıyla mücadele eden insanlar var. Onları yok saymak, mücadelelerini hiçe saymak demektir.


-Türkiye’de bariz olarak ezenler ve ezilenler sınıfı varlığını sürdürüyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Artık ülkemizde ayrışma ayyuka çıkmış durumda ve insanların birbirine olan düşmanlığı arttı. Neler düşünüyorsunuz bu konuda?


-Ezilenlerden bahsedeceksek, önce Kürt halkından bahsetmeliyiz bana göre. Ben Kürt değilim, ancak Kürtlerin bağımsız olmasından yanayım. Bağımsızlıkları için gerekirse ölmesini bilen bir halkın mücadelesi var ortada. Yılların verdiği zulüm var Kürt halkı üzerinde ve gün gelecek bu mücadelelerinin karşılığını göreceklerdir diye düşünüyorum ve tarih kitapları yazacak mücadelelerini, zaferlerini. Tıpkı Kürtler gibi, tüm ezilenlerin bir gün zafer kazanacağı kanısındayım. Tarih kitaplarında ezilenlerin mağlup olduğunu göremezsiniz. Mağlup gibi gözükseler de, ölseler de, zulüm görseler de, insanlık zalimlerden ziyade zulüm görenleri hatırlar ve bu onlara ilham kaynağı olur. Mücadele edenler gelecek çağları etkiler her zaman. Tarih onları mağlup gibi gösterse de, bu bir zaferdir aslında. Düşünün ki Sokrates’i rivayete göre 500’e yakın hakim yargılamıştır ve hakkında idam kararı verilmiştir. Peki, o hakimlerden birinin ismini hatırlayan var mı? Elbette yok. Tek hatırlanan Sokrates, insanlığa kattıkları ve mücadelesi olmuştur. Pir sultanı yargılayan 4 kadının ismini hatırlayan var mı? Galile’yi yargılayan 7 katedralden birinin ismini hatırlayan var mı? Elbette yok.


 -Biraz senaryonuzdan bahsedelim isterseniz.


-Elbette. Senaryo felsefeye dayalı bir içeriğe sahip. Her şey bölüm bölüm. Teolojiyi, ontolojiyi, epistomolojiyi vs  anlatan bir hikaye. Hikâyemiz Hakkâri’de başlıyor. Van, Diyarbakır, Kayseri, Adana, Antalya, Afyon, Eskişehir (Eskişehir’de Şebnem var) diye devam ediyor ve sonra İstanbul’da noktalanıyor. Ötekilerden bahseden ve sorgulayan bir dil hakim. Örneğin Halil öğretmen Kayseri’den Adana’ya giderken Nazilli kerhanesinde çalışan bir kadınla yolculuk boyunca ahlak felsefesi hakkında konuşuyorlar. Hikaye, felsefe  disipliniyle toplumsal yaralara değinen bir içeriğe sahip.


-Son olarak neler söylemek istersiniz söyleşimizin sonunda?


-Ülke olarak edebiyata, edebi yapıtlara, felsefeye yeterince duyarlı değiliz. Şuan gençlerde bir uyanış var elbette bu konuda. Dilerim uyanış artar ve toplumsal mücadele kalemle galip gelir. İnsanlara yaraların anlatılması ve bu yaraların ortadan kaldırılması yönünde topyekün hareket edilmesi gerek. Bir gün mutlaka ezilenlerin galip geleceğini düşünüyorum. Ezilenlerin zaferini görmemizi diliyorum.


 Güzel sohbeti ve düşünceleri için sevgili Özkan Günaydın’a teşekkürlerimizle…


“Kendimden başka hiç kimseyim. Ama bir paket uzun 2001’le başlanan bu yolculukta, yoldan ve yolcudan hariç herkesim.” diyen gayet şeker şerbet bu adamı instagram’ da  Crosbowman , Twitter’ de Croossbowman hesabından takip edebilir, yazılarını kaosedebiyat.blogspot.com adresinden okuyabilirsiniz. Hala okumadıysanız Kolera Cumhuriyeti,  Laleli’de Bir Pazartesi, Yoksulluğun ve Baharın 25. Sokağı  adlı kitaplarını en kısa sürede temin edip okumanızı şiddetle tavsiye ediyor, sizi bir yazısıyla baş başa bırakıyorum:

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Antik Zamanların Hüznü


“21. yüzyılın sonlarındasın, bir ayağımız uzay çağında üstelik hizmet sektöründe bir kölesin, başında bir patronun ve lise mezunu bir müdürün var. Ama sen izin gününde oturmuş salça mı yapıyorsun Zeynep? Neden süper marketten hazır almıyorsun?” Bazı insanlar böyledir işte; öyküsü yoktur. Öyküsü olmayan insanların telaşı da yoktur. İnsan salt bir telaştan yaratılmıştır. Hayır, hayır! Bu tarihte herhangi bir filozofun sözü değil, şahsen bana ait. Ben, yani şu hayatta yazacak bir hikayesi olmayan, kendisine inanacak bir  tanrı seçememiş ve yaşadığı kosmos’da aşık olacak tek kadın bulamamış olan ben.


Bize yıllarca vergi kaçıranların, çalıştırdığı işçinin emeğini sömürenlerin, faiz yiyenlerin nasıl başardıklarını anlattılar; nasıl kazandıklarının hikayelerini okuttular hep. Halbuki “kaybetmek” varoluşun koşuludur. Düştüğü boşluğa “suskunluk” ismini koyan birine “kazanmak” kavramı fazla bir şey ifade etmez. Elinde dünya haritasıyla dönmemek üzere gidecek yer arayan birinin hele bir şeyleri başarmak sikinde bile olmaz. Bu çağ, korkuların ve alışkanlıkların toplamıdır. Günlüğüne “bu sabah da baktığım aynada kendimi göremedim” diye yazan bir kadını, öyle gaz bambası atarak korkutamazsınız orospu çocukları! Beyaz polislerin annesini vurduğu bir zenciyi de asla kütüphaneye alıştıramazsınız. Laik Cemal ömrü boyunca hep kazandı mesela: pokerde, altılı ganyanda, borsada, girdiği sınıf başkanlığı seçimlerinde filan…


Aşağı Alsancaklıydı Laik Cemal, mutlu bir geniş aile ve her dönem artan bir servet sahibiydi. Herhangi bir güne mutsuz mu başladı, örneğin: Basardı parayı valiye, bakkaldan sakız alır gibi alır, koyardı cebine. Ta ki 1997 yazının ilk günlerine kadar. Küresel ekonomik buhranda bütün servetini, annesini de kanser teşhisi konulduktan üç ay sonra kaybetti, iki ay sonra babası kalp krizinden göçtü, Laik Cemal eşini de balkondayken, düğün kortejinden havaya açılan bir maganda kurşunu yüzünden yitirdi, tek çocuğu vardı onu da organ mafyası kaçırdı, emniyet yetkilileri halen iz sürüyor ama daha bir haber yok. Bütün bu katliamlardan iki yıl sonra Laik Cemal’in de içinde bulunduğu dolmuşa hemzemin geçitten geçerken tren çarptı; üç ölü, ikisi ağır olmak üzere en az beş yaralı. Ölülerden biri bizim Cemal. Sofokles gel de trajedi nasıl yazılır, gör! Bir insanın hayatı nasıl sikilir oku, amına koyayım! Birisi bana şarap getirsin yoksa yakarım bu kerhaneyi.


 


 

Eğitim müfredatına birinci sınıftan başlamak üzere, üniversite son sınıfa kadar “Bu çağda nasıl kaybedilir?” diye zorunlu ders konulsun, sigara paketlerinin üstüne “kaybetmek erdemdir” diye yazın, KTP (Kaybedenlerin Türkiye Partisi) diye de parti kurun, oy verelim. İktidar yolumuz açık. Hiç değilse bürokrasi içindeki yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlığın önüne geçmiş oluruz. Bu hayatta kaybetmekten başka gideri olmayanlar, çalmaz. Meyhane açar, rüzgarlara muhalif olur, güzel kadınları düşünerek otuz bir çeker ama asla çalmaz, vicdanları el vermez çünkü.