Edebiyat

Porselen Bir Mevzu

“Birbirlerine benziyorlardı ama herkes kadar.” Samuel Beckett

Merhabalar efenim, nasılsınız? Pandemi süresince sağlığınızla beraber akıl sağlığınızı da koruyabildiğinizi umuyorum. Epeydir yazmıyorum ve epeyce serzeniş duydum. Sıradan ve gündelik sorumluluklar ile kişisel esrime arasında bir yer arıyorum. Tatminsizlik, dermansızlık, neşesizlik, kayıtsızlıktan kaçınmaya çalışıyorum ve elbette bir hayatta kalma çabası olarak -paylaşmasam da- yazmaya devam ediyorum.


“Yabancılığın hayallerde havalı durduğunu yaşamda ise zahmetli olduğunu da anlayacaktım. Bunu da yazıyorum. Bir günlük yazarı gibi yaşantımı kâğıtlara geçireceğim, diyorum. Kendi hayatını değil, onun hayatını kâğıtlara geçireceksin, diyor birisi. Hem o birisini dinliyorum hem de anlatmaya devam ediyorum. Kâğıda geçen hayat aynı kalmaz. Zaten insan hayatını değiştirmek için yazar.” (Syf, 34)


Aksiliklerden ötürü biraz gecikme ile Gökçe Bilgin‘in ilk romanı, “Porselen Bir Mevzu sonunda elime ulaştı. Sevdiğiniz bir arkadaşınızın yeni doğmuş bebeğini kucağınıza almak gibi bir his, bir solukta okudum. Sevgili Gökçe, Emre Bayın‘la yaptığı sohbette, okurluğu alışkanlık haline getirmekten, sevdiği, kendinden bir şeyler bulduğu kitapları tekrar tekrar okumaktan söz ediyordu. Benim için altını çizdiğim cümlelerle dolu -öyle- bir kitap oldu.



“Kitapları önemseyeceğimi, zamanımı onlarla doldurmayı isteyeceğimi de düşünmüş müydüm? Ne ara yazmaya başladım, yazının, yaşanmışlıkları değiştirmeye yarayan bir sihir olduğunu kimden, kimden öğrendim?” (Syf, 33)


Aynı isimli üç karakter, üç farklı katman, üç kadın, üç farklı kendini bulma hikayesiyle, kurgusuyla insanı içine çeken, özgün bir yapıya sahip olan kitap; masalları, şarkıları, rüyaları harmanlayışı ile bende lezzetli bir samimiyet hissi bıraktı. Oyunlar, hayal gücü ve bunların kelimelerle ince ince örülüşünü sevdim. Hem entelektüel hem de duyumsal anlamda, zihnin özgürce oyun oynamasıdır hayal gücü. Bu özgürlüğü sevdim.


Kitap bittikten sonra, başlangıçtaki cümleyi tekrar ve daha derin düşünüyoruz. (“Birbirlerine benziyorlardı ama herkes kadar.” Samuel Beckett) Yazar, neden bütün kadın karakterlere aynı ismi verdi dersiniz? Burada incelikli bir dokunuş söz konusu; telaşları, var olma çabaları, arzuları, kadınlık halleri ile başka başka ama bir o kadar da “aynı” kadınlar. Bir araya toplaşmış sürüler içinde var olmayan -bir- varlık olmak istemeyen, senden, benden, bizden kadınlar. Basmakalıp roller atfedilen, “annelik ve evliliğin” panzehir olarak sunulduğu, daima sahnede ama bir o kadar da görünmez olan kadınlar…


“Normal’in kapısını, penceresini, havasını, suyunu, insanlarını, sokaklarını, dükkânlarını, duygularını, köpeklerini, aşklarını, delilerini, hocasını, hacısını, dinini, imanını, ağlayanını, gülenini, öldürenini, koruyanını, gidenini, kaçanını, kaçırtılanını, kalanını be, kalanını kim anlatsın? Normal’i kim ne yapsın?” (Syf, 36)


Tarihin kadınlara tayin ettiği tanrıçalık/ orospuluk, uysallık/hırçınlık, iyilik/kötülük ikiliklerini yırtıp atmalı. Kalıplara sıkışıp boğulmamalı. Soluk almalı. Keşfetmeli. Düşünmeli. Mevcut sistem, söyleneni yapmaya yetecek kadar zeki, sorgulamayı akıl edemeyecek kadar ahmak insanlar istiyor. Her şeyin mübadele değerine indirgendiği bir dünyada, insanın kendisini yeni baştan inşa etmek, sorgulamak, keşfetmek istemesinin yollarından bir tanesi de yazmak olmalı. Yazmak, bir sorgulayış hali; bildik, tanıdık ve rahat olan alandan çıkma hali. Adam Philips şöyle diyordu: “Bazen yazmayan, beste ve resim yapmayan insanların, insanlık durumunun özündeki delilik, melankoli, korku ve panikten nasıl kaçabildiklerini aklım almıyor.”



Kitabın editörü ile yapılan sohbette, yazmanın bir nevi kendini ele veriş olduğu çekincesine, kurmaca-kurgu ve gerçeklik arasındaki ilişkiye değinen Gökçe -ve Zümrütler-, yazma konusunda bana iştah ve cesaret verdi(ler). İnsan kendisini saklamak için mi yazar, yazarken kendisini ele mi verir, bilemiyorum. Ruhun karanlık dehlizlerindeki insanlık hallerini keşfetmeyi seviyorum. Okuyanların bildiği üzere, yazarların (ressamların, yönetmenlerin, ortaya bir eser koyan insanların) eserlerinin ortaya çıkış hikayelerini merak eder ve bunun üzerine yazmayı severim. Bir nevi magazincilik gibi algılansa da okurken yazarın zihin sürecini takip etmek ve eserinin ortaya çıkış hikayesini bilmek istemek, kitaplarla aramda bir bağ oluşturur. Kitabı okurken, evet, yazarın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız.


O yüzden buyrunuz bir de yazarın kendi ağzından eserinin ortaya çıkış sürecini dinleyiniz:



“İyi ki bu kadın beni bulmuş. Onca kelime arasından en duygulu olanları seçmiş ve o en duygulu olan kelimeleri yan yana getirmiş ve bana okumuş. O bana beni okuyunca, adımı bulmuşum, adıma inanmışım, adımı tekrar ede ede sonunda hem başkası hem de kendim olabilmişim.” (Syf, 127) 


Okumak istediğim bir kitapla ilgili çok fazla detay bilmek istemem, bu durum benim için filmden önce spoiler yemeye benzer. Sizleri detaylara boğmadan, Gökçe Bilgin’in, adını; ışık geçirgenliği olan, dayanıklı, sert, kıymetli ama bir o kadar da kırılgan olan “porselen”den alan ilk romanının heyecanını paylaşıyor, kendisini tebrik ediyor ve devamının gelmesini diliyorum. Görüşmek üzere.


İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Kara Koyun