Edebiyat, Pdf Hayratı, Şiir

Şiirlerden Bir Demet

SİNEM

yüzünün üzülmeye çalışmış yerlerinden bahsediliyor
güya gövdenin ve sesinin başına su gelmiş,
inanmazdım
herkesle hançersin de kendinle adın çıkmış sanki,
kalbini özenle kırmışsın bütün eşyanın, ummazdım

 

incirin öte hatrı suyun kuşkusuz fikriyle üzgünüm
dilemiştim ki en çok kar yağmasın bu kış
bu kış kalp suyumla ıslanmasın yastık!
dilemiştim ki yoktur aşk
bu mutlak hasar bu mükemmel hata
bu belki mümkün bir kusurdur sinemdeki
ama ödü varsa umru da var insanın ayarı gibi
anladım sanki:devlet neden şarap kullanmaz
neden en uzun suya en sessiz uzanır yüzün
neden en çok üzülmüş üzümün adı şaraba çıkar

 

sonra madem insan kal adında bir beladır
insan dalgın bir belgedir kendiyle hayat arasında
neden eve dönmekten ibarettir hayat
neden bazen simsiyah bir doğruyla denilir,
devletin ve allah’ın en iyi fikridir kış
bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba

 

başka incirin yarasını başka incir de bilmez gibi
talandır bu herkesle herkes olmak
kopan umur ufalan ödün adıyla
iki lekenin birbirine dağılmasına sadece aşk mı denir
diğer zeytinin diğer zeytine fethi gibi
dilerim herkesin vaktiyle adı sinem olan uzun bir
yasa değer eli
sinem!
o kadar, o denli.

Seyyidhan Kömürcü


KIŞ KAHRI

aslında önce evleri sevmeye giderdi sesin
caddeleri sokak gibi sevmeye giderdi sesin
giderdin! ödü kopardı bütün eşyaların

 

sonra kuyu kuyu dolaştığım mahcup sular söyledi
yüzünüze güller
üzgün evler bozuk rüyalar
aslında bana herkesin uzağı var dendi
herkesin uzak adında bir masalı
inandım
dedim mutlaka masaldır bazıları

 

giderdin
dedim  gittin ve gittiğin kırk gece sana uyudum
aklım ödünç
ellerim yanlış
dedim benim seninle kırk kere fotoğrafım var
senin bundan kırk kere haberin yok
dedim ve uyandım!
başkasının sesiyle devam ettim dünyaya

 

yok yok
sonra muhakkak ruhum yırtıldı benim
aklım yırtıldı da bunu sular söyledi
doğru yukarıdan aşağıya düşen şeylere denirmiş
zaten dünyaya masalını düşmeye gelirmiş insan

 

umur derdik buna artık kalmadı
sonra sonra anladım
insan ancak güzel bir acıyla kalabilirmiş dünyada
bazen gidilirmiş
gitmekle ilgili şiirler okunurmuş ya da
sonra uyandım
başkasının ayaklarıyla devam ettim dünyaya

Seyyidhan Kömürcü


SENA

elim ayağım
epeydir kimin kime ne anlattığını bilmiyorum
adında hem ekmek hem gül geçen kimseyi görmedim
tanımıyorum
ben biraz yavaş
günde beş defa hiçbir şey yapmayan biri
ben biraz en üzgün baharatlara fena meyilli
mümkünse haşhaş
yoksa benzeri sözcüklerle de kırabilirim kalbimi
diyelim zencefil
diyelim hatmi

 

elim ayağım
başımdan geçenle aklımdan geçenin karıştığı bu masal
aşk her şeyi daha yavaş yapmaktır diye diye yürüdüğüm bir sokak
kalbinde tef ve delik
kalbinde dünya lekesi taşıyan bir çocuk resmi demişti
madem günde beş vakit kalkıp sana baktım
madem dünyanın bu kadar sabahını ben uyandım
ben uyudum bu kadar uykusunu
diledim dünyaya fena inanmış bir yüzüm olsun
kendimi seninle öldüreceğim dediğim feci bir kalbim
bir elim
bir ayağım
ağzıma doldurduğum rüzgarla üfleyeceğim sözlerim
diyelim fena
diyelim feci

 

elim ayağım
artık nereye ne götürdüğümü bilmediğim bu sapakta
sesini burada bırakıp giden şeylere baharat diyen o aktar dedi
tamam olmak küfür
tamam etmek hâşâ
bir ömür ağrıma gitse de dünyadan oluşmuş harfler
yarım dalgın ve kusurlu geldim ben buraya
günde beş defa hiçbir şey yapmamaktansa
kalıp sana baktım
kalıp sana bakmak oldu dünya
baharatları tek tek
zamanın bizi nasıl terlettiğini tane tane
dünyaya inanmış bir yüzü üzgün üzgün anlattım sana
dedim belki de bir yere üzgün üzgün bakmaktır dünya

 

dağlarına yedi
çarşılarına bir kez kar yağan doğu
durup beklemenin durup beklemekle devam ettiği günler
uyanınca da süren rüyalardan geldim ben buraya
diyelim fesleğen vardı
durup fesleğen çalıştım buralarda
diyelim fesleğen çalışmış kadar yoruldum ben dünyada
bil dedim
ilk kez ekmek ve gül geçecek yanımızdan
ilk kez ekmek ve gül geçecek adımızda
yalvarırım beni dünyaya bulaştırma

 

elim ayağım
ilkin ruhunu ve duvarını duayla koruyan bir evde karıştı aklım
karıştı kalbim
doğu dağlarını yedi diyen ninem
her baktığını görmesin diye su içirdi kız kardeşlerime
rüzgar yedirdi her bildiğini demesin diye
işte ona hep bir çukurdan baktım
hep yutkundum ninem ve dünya demeden önce
dağlarını yiyen doğunun adıyla bakışsız bu yüzü seçtim kendime
dedim belki de bir yutkunma yeriydi hayat
o avlu
o dam
o çocukluk
dedim belki de bir yutkunma yeriydi dünya

 

elim ayağım
yani kalbi yutkunmakla dolu kız kardeşlerim
bu nasıl mümkün
saçlarından başladılar konuşmaya
dedim değil mi ki simsiyah yaşımdayım
değil mi ki ekmeğimi yüzümün teri içinde yedim
ben de gitmeliyim artık o en fena bitkilere
çağırdığım haşhaş
gittiğim hatmi
olduğum zencefil
aslında hep bir odun sarsınlar onu içeyim dedim kendi kendime
duvarımızda dua
dualarda büyülü o nine

 

elim ayağım
taşıma düşman beğendirmekle geçirdiğim o günlerde
ben iyiyim de kalbim delik
ben iyiyim de burası doğu
ben iyiyim de çevrem kötü diye tarif edildiğim her yerde
bu farz dedim bu farz
bu kesmediğim şeyleri uzatıyorum sanmanızdaki uzun kusur
bu kalbinizin kenarındaki yavaşlık
cümlelerimi yarım
beni duman eden her neyse onun adına
bu nasıl mümkün ki
önce gözlerimden başladım ben konuşmaya
akşamını gördüm dünyanın
merak kuşku ve bekleme yerlerini
hayatın beni tahtaya çıkardığı bir sabah
kırıldı dünya soğuktur diye yazdığım o kalem
o ayna

 

gördüm
nereye gitsem ben dik gölgem kamburdu bu dünyada

 

elim ayağım
sen gittin yağmurun sürdü sonra
denediğim taş çarşıları oldu dünyanın
sabır bitkileri
kırk uykusunu uyuduğum doğu
kırk yolunu yürüdüğüm sokak
hayat hep tuhaf bir yapışkanlıkla kaldı boynumda
dedim kırk sesle yıkansam da gitmez kalbimden sesin
ben dik gölgem kambur
bu leke başka

Seyyidhan Kömürcü


İNSAN

sanki kuyumu beğenmeye geldim

 

yüzü dünya lekesi ve mağdur
parmakları bu kadar lirik olanı sevdiğimden beri
her eşyanın en kötü yeri
bir bıçağın en korkunç fikriyim

 

aslında bıçak ve eski bazen kırmızı bir işe yarar
uğrun uğrun kaş
yavaş yavaş göz
beni burada uzun uzun bırakan ol sebep
bakın kolay değil bir yüzü her sabah katlayıp saklamak
her akşam bir çukuru özenle örtmek
tam değil yarım yarım şeylerden bahsediyorum hep
dilimde dönmeyen şık bir ölüm var
şık bir kuyu şık bir umur şık bir öd
bak hep dersi tarih olanlar var
hep suyu ve zamanı yanlış çevirenler varbir dünyada
bak bu soyu sopadan gelenlerin masalı ahşap bir yalan
ahşap ve yalan

 

yine de masalımdan düşmeye geldim

 

aslında bana seni ve denizi yanlış bir maviye çevirdiler
bu yüzden hep tenhaydı ağzım yavaştı aklım
her yanlış kalbin tam ortasında güya tercüman
ellerimin yalnız kaldığı her masada en feci kambur bendim
kambur bendim ve kalmak adında bir huyu sevdim
gitmedim zehir zehir doldurduğum defterlerden başka
beni henüz gitmeye ikna etmedi dört kuyu kitap
dilime dolanmadı hiç bir ahu

 

sözün güzeli değilim zamanın incesi olamam
sokağa seslenenleri öldüren sokağın kahrıyla derler ki
kalbi acilen fazla olan biriyim
kederin atlası, haşa
eskinin eski kıymeti değil düpedüz lekeyim
şahsen kambur sadece kekeme

Seyyidhan Kömürcü


HASAR

aslında sadece bunu diyecektim:
durmadan burdayım yanımda özen ve ısrar
yanımda boyuna kızaran yüz, burası dağılan dikkat
aslında düşünün sadece, bellek buyurun
nerdeyim, tam görünmüyorum, yalanlar uğrayacaktı bana
nerdeyim, üstelik telaşım da yok ortada

 

bilinir ki sadece bunu diyecektim:
iki kış bir karış devletle burdayım aslında
burdayım, burası oğulluğumun özenle suya bırakılmış semender hali
sözdü nemlenmeyecektim, sözdü sadece eğilip suyu sevecektim
ahh, kalmayacaktım kimsenin kimseye bir tespih kadar olmadığı günlerde
yalnız yüzümün karışlarına kanıp o devlete asla surat asmayacaktım
kandım, kaldım ve anladım
önümde beş öğün yangın, sonumda Sivas’ı dökülmüş ülke
herkes en çok kendine diğeri, kendi kendine surat
şaş dedim son dedim
şaş! ve olma zurnası kırık babamın davul eli
sonunda annem, elinde onun vasiyet tefi
vur haa! vur haa! vur haa…
ahh, sonra pişman pişman
annem annem
yüzüm gözüm birer birer
beni vur! vurma cinnet ikizlerimi

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Entelektüel Bir Katil: Althusser / Gelecek Uzun Sürer Mi?

 

aslında sadece bunu diyecektim, burdayım ve bu bir oyuk
burdayım, burası hâlâ ve öylesine ağırlandığım durak günleri
dalgın yarımda şüphe, bıraktığı bıyıkta sebep arayan dedem
yanımda annem yanımda cinnet ve cinayet ikizlerim
yanımda savruk bir çift kabadayının dağılmış tespih taneleri

 

sorma, sadece oraya gidecektim, kötü çekilmiş bir fotoğrafa
o kimsenin kimseye bir devlet kadar kasrı yok günlerde
duası ezber, avluları dar ve toz
çeşmeleri ısrarla bozuklu çocukluğumun
orada değil, aslında durmadan burdayım burası çatık zamanda ısrar
burası özenle pişman, iki karış yüzümde terleyen telaş
sordum: sır kızıl, devlet unutkan, gördüğüm her surat tenha
sordum: törenler giz, zamanlar az, şakayla karışık:
hâlâ severken öldürülen o yavruya mı benziyor aşklar

 

ben buraya aslında kal diyen her yerden çıkıp geldim
şaştım, geçerken hiçbir hayata taşınmadan kaldım
taş attım kendime, kuyu kazdım
özendim kaldım geçerken uğrayan babanın çocuğuna
durmadan kendime geçtim, geçmeye devam
ben ısrarla uğrayanı özenle sevdim, sevmeye devam
elbet kendi kendine sağanak elbet babadan kalma bir yağış biçimi
yine de ahh: gümüş ömürlerin altın kesimi
canım canım
teker teker
tane tane söyle babadan kalma oyuk günleri

 

aslında sadece bunu diyecektim. burdayım!
burası dövülmüş bir yüzün yüz üstü düşme hâlleri

Seyyidhan Kömürcü


FECİ

diyebilirim ki kırk yıl sürdü içim
kırk yıl sürdü içimi titreten zaman
bu muamma
başımı en feci yastığa koyup
yüzündeki tek tanrılı dinleri denedim
yüzündeki en unutkan yerleri

 

diyebilirim ki bilinmeyen dualar buldum
başka bitkiler
ıhlamur
susmak ve yutkunmak

 

geldiğimde tek tanrılı dinlerde yer yoktu
suratımı astım
kırk vakt’e bakıp sana inandım

 

her duası feciyle biten bir ibaret çeşidi buldum
kırk yıl günde beş öğün yutkunmak
sefadan uzadı saç
cefadan uzadı tırnak

 

diyebilirim ki her duası feciyle biten bir ibadetti yaşamak.

Seyyidhan Kömürcü


KARGO

Sana buraya bazı şeyler koyuyorum.
Yol boyunca aklında olsun.
Lazım olursa açar okursun.
Olmazsa da olsun,
bir zararı yok burada dursun.

 

Şuraya bir cümle koydum.
Bırak, acımızı birileri duysun.
Hem zaten şiir niye var?
Dünyanın acısını başkaları da duysun!

 

Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın.
Ortada dursun.

 

Olur ya biri eline alır okşar,
biri alnından öper.
Az unutursun.

 

Buraya tabiatı koydum.
Ağaçları, suyu, ovayı, dağı.
Onlar bizim kardeşimiz,
çok canın sıkılırsa
arada onlarla konuşursun.

 

Buraya, küçük mutlu güneşler koydum.
Günlerimiz karanlık
ve çok soğuyor bazı akşamlar,
ısınırsın.

 

Buraya, bir inanç bir inat koydum.
Tut ki unuttun, tekrar bak,
o inat neyse sen osun.

 

Buraya yolun yokuşunu koydum.
Bildiğim için yokuşu.
Zorlanırsa nefesin, unutma,
ciğer kendini en çabuk onaran organ,
valla bak, aklında bulunsun.

 

Buraya umutlu günler koydum.
Şimdilik uzak gibi görünüyor,
ama kimbilir,
birazdan uzanıp dokunursun.

 

Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak;
sen şahane bir okursun.
Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun.
N’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun!

 

Burada bir tutam sabır var.
Kendiminkinden kopardım bir parça,
(bende çok boldur)
lazım oldukça ya sabır ya sabır,
dokunursun.

 

Burada güzel çaylar var.
Bu aralar senin için çok önemli.
Bitki çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar.
Demlersin, maksat midene dostluk olsun.

 

Şuraya Youtube’dan müzikler,
Bach dinle filan, koydum.
Ama müzik konusunda sen benden daha iyisin,
koklayıp buluyorsun.

 

Buraya bir silkintiotu koydum.
Kırk dert bir arada canına yandığım,
kırkına birden deva olsun…

 

Birhan Keskin – Kargo / Fakir Kene


TAŞ PARÇALARI

XX

Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

 

bilemem, belki bu yüzden
ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.
beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
yine de döneyim döneyim istedim.

Birhan Keskin


DELİLİRİKLER

betonun hüznünden doğdum
suyun isyanından
güneşin kırılganlığına dokunup
geliyorum.

 

sana söz yakışır, ağzını hazırla.

 

kırık bir şehir hikâyesinden doğdum,
kırk meseleden
bardaklar ve demli çaylara dokunup
geliyorum.

 

sana söz yakışır, elma de.

 

aslı ve astar’ı olmayan bir hikâyeden doğdum,
karşı’lar ve balkonlardan
korna seslerine karışıp
geliyorum.

 

sana söz yakışır, ağzını hazırla.

 

o eski hikâye bitti,
şaşkınlığımdan doğdum
denize düştüm
kuruyup geliyorum.

 

Birhan Keskin


TAŞ

İlk benim yüzüme rastladınız, en eskisiyim buranın.

Karnıyım dünyanın. Yeryüzünün ağrısı bendedir.

Kum ve kayaç benim.

Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi.

Durmanın ve kalmanın büyük planıyım.

Her şeyi gördüm, her şeyi. Suyun gidişini, ağacın çiçeklenişini.

Tekrar tekrar gördüm ben daha da görürüm. Büyük zaman, benim.

Denizler dalgalar dövdü beni, sert rüzgarlar yurt bildi zirvelerimi.

Kırıldım, söküldüm, ufalandım; döndüm bitiştim tekrar kendime.

Açsan, kırsan, baksan; bütün yeryüzü, her zerremde.

Taş taşıdım, içim kendimden yorgun benim, dilim çok uzun bir yankı.

En eskisiyim ben buranın.

 

Birhan Keskin


İZ

acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun
izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma,
orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili
benden savrulan parçalar kurusa da,
izleri var hala yolun kenarında.

 

izini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı
vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın
acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun,
ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin
hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle
büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin.

Birhan Keskin


CİNAYET KIŞI

I

Bir kereye mahsus yaşanan her an
kendi hatasını bir daha düzeltilemeyecek biçimde
içinde barındırır.

 

Bana kanatlarımı bıraktırdılar.
Bana ihaneti öğrettiler.

 

Başka haber yok.

II

ikiye bölünmüş bir bütün gibi yaşadım
Bir yanım öbür yanıma düşman
Sağımda kızgın kumlar gezdirdim
Solum üşüyor eski bir anıdan.

 

III

Mum alıngan.Kendi ateşiyle
kendini yok eden yumuşakça.
Erimek üzere varsın, kaderine inanırsın.
Ölürken fark edilmez, ışığın solduğu zamansın.

 

Hiçbir aşk titremez sonsuza değin
Bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan acıdan ölür bir gün.

 

IV

Yüzümde taşıdığım kuyu
soğuk iklim
ağır yaprak tenimde
durup dönüp dokunduğum
yük.

 

Yağmurun aramıza çektiği perdeyi yırtıyorum
geçiyorum göğsümdeki uykunun sarmaşığından
birazdan dünya beni unutacak, ben onu anlamıyorum.

 

Soğuk iklim,
durup dokunduğum
dönüp seni
ben de unutacağım.

 

V

insan ölüyorsa acıdan ölür bir gün
kendine bir daha uğrayamadığından,
koyduğu yerde durmayışındandır hayatın
hatanın dönüşsüz oluşundandır.

 

Hiçbir aşk titremez sonsuza değin,
bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan kanatlarından
ayrılır bir gün.

Birhan Keskin


İNCE ELEK

İçtikçe içesim geliyor gayrı ne bilgi ara ne hüner
Beni bu rakıyla baş başa bırakma
Adam olayım çalışıp para kazanayım
Beni böyle işsiz güçsüz bırakma
Beni uslandır beni yüreklendir
Beni deli edip bırakma
Bilsen nereleri var kalk gidelim
Beni hep buralarda bırakma
Beni aç bırak evsiz urbasız bırak
Beni sensiz bırakma

 

Beni ne yap biliyor musun
Beni yont beni arıt beni ayıkla.

Metin Eloğlu


LOKMAN HEKİMİN SEV DEDİĞİ

Bu yürek
Seni seveceğini biliyordu herhalde
Bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir
Bire bin veren buğday
Elmadaki mayhoşluk
Hukuki beşer
Çınçınlı hamam
Çizmedeki kedi
Sanki elleriyle koymuşlar gibi
İkimizden bir işmar
Seni sevmemiş olsam , sözlerim yarı yarıya
Gözlerim yarım
Ellerim çolak hüseyin eli
Seni sevmesem , nefes almayı beceremem ki
Bugün günlerden ne ?
Cumartesi
Seni sevdiğim için , Cumartesi elbet
Seni sevdiğim için , bak temmuz ayındayız
Ayşe onbaşı , pir sultan abdal , büsbütün sevdalıyım sana
Bu gemiler nereye gidiyor , seni sevdiğim için
Seni sevdiğimden , suyun akası geliyor
Bacaların tütesi
Nurhayat’ın halleri , seni sevdiğim için güzel
İbrahim’in dilleri
İnsan seni sevince , tutsaklığa kızar tabi
Savaşın adı geçse , cinifrit olur
Ereğli’nin kömürünü düşünür , ne kömür o be
Raman’ı düşünür , Çukurova’yı düşünür
Seni sevdiği için , Haliç’te bir uğultu
Marmara’da bir deniz
Isparta bahçesinde güller
Seni sevdiği için goncalanıyor
Seni sevdiğim için , kilim dokuyor Avşar’da
Yarın sabahlar , seni sevdiğim için icat edildi
Penisilin , halk şiiri , canlı sinema
Mapushaneler , yedi düvel , harbi ispanyol nezlesi
Sultan Hamid , don civani
Ne bilsinler seni sevdiğimi
Başaklanmayan yulafa söylemeli
Cılk yumurtaya
Paslı demire
Kulağını bükmeli kurtlu kirazın
Hoşnut değilllerse bu gidaşattan
Akıl etsinler seni sevdiğimi ,
Yeşille turuncunun kafa barıştırması , bu sevdadan ötürü
Tepemizdeki o göçmez tavan
Sulardaki yakamoz , ortancadaki pembe
Ben seni sevdim diye
Bingöl vilayetinde , kamyondan inince
Tığ gibi bir delikanlıya soruyorum
Siz nerenin bulutlarısınız böyle ?
Biz sizin sevdanızın bulutlarıyız
Bir yıldızlı akşamı varsa Ankara’nın
1953 kışları içinde
Karnı tok , sırtı pekse hısım akrabanın
Konu-komşu , dirlik düzenlik içindeyse
Birbirimizi daha çok sevelim diye
İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor
Şair oluyor mesela
Meyhaneden cayıyor bir akşamüzeri
Caysın be güzel
Caysın be iyi
Tütünü bırakıyor , tütün neyime zarar
Keseme zarar , ciğerime zara , sevdama zarar
Seni sevince adamın papuçları eskimiyor
Beti-benzi yeni çarktan çıkmış gibi
Seni sevince insan bilgili saygılı gönlü gani şen
Saçları zencefilli
Erkencecik evine dönmek istiyor canı
Hep seni düşün
Hep seni yaşat
Hep seni yıka
Seni doyur üç öğün
Seni bir kanım uyut , sonra uyandır
Lokman hekim , seni sev diyor bana
Seni sevmeseydim , ilkbaharı kodunsa bul gayrı
İstanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde
Umut diye bir şey yoktu ki , seni sevmeseydim
Hak , hukuk , bereket diye
Eşitlik , kardeşlik , hürriyet diye
Yüreğime sağlık ne iyi ettim..!

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Evliliğe Karşı: Bir İlişkinin Sosyal, Yasal, Ekonomik ve Psikolojik Sonuçları

Metin Eloğlu


ÖMÜR TÖRPÜSÜ

Yaşamak istiyorum.
Yaşamak istiyorsun.
Yaşamak istiyor.
Böyle şiir olmaz diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?
Böyle barış olur mu?
Böyle hürriyet olur mu?
Böyle kardeşlik olur mu?
Biliyorum ki; katlanıver, diyeceksin.
Ama böyle de yaşamak olur mu?

Metin Eloğlu


BUZLUCAM

Camı kırmak çok kolay
Göğü hep göğertmek
Unu hiç acıtmamak
Çölü tez çimlemek
Er´i dişilemek
Piçi babalamak
Sonu ilklemek hemen

 

Zor olanı sen.

Metin Eloğlu


DAHA NELER

bu bahar sabahlarını yasak etmeli
elma çiçeğiymiş sulardaki türküymüş
kurşuna dizmeli bokları
şu bıcır bıcır kuşları köpeklerin önüne doğramalı
imiğini sıkmalı tanyelindeki muştunun

 

insan neler için doğuyor da
neler için yaşayıp
neler için ölüyor

Metin Eloğlu


SUYUN AYAK SESİ

Annemin sessiz geceleri için!

 

Kaşan şehrindenim
Fena sayılmaz halim,
Bir lokma ekmeğim var, biraz aklım,
İğne ucu kadar da zevkim.
Annem var, ağaç yaprağından daha güzel,
Dostlar, akan sudan daha iyi

 

Ve Allah, burada yakındadır,
Şebboylar arasında, uzun çamın altında
Suyun bilincinde,
Bitkilerin kanununda.

 

Ben müslümanım.
Kıblem bir kırmızı güldür,
Namazlığım bir pınar,
Mührüm ışıktır,
Ova seccadem.
Penceremi titreştiren ışık ile abdest alırım.
Namazımın içinden ay geçer, tayf geçer,
Namazımın bütün zerreleri billurlaşır,
Namaz kaybolur taş görünür,
Rüzgâr, selvilerin üstünde ezan okuduğunda,
Namaz kılarım ben.
Otların tekbirinden sonra,
Denizdeki dalganın kamedinden sonra
Namaz kılarım.

 

Kâbem su kıyısında,
Kâbem akasyaların altındadır.
Kâbem bir esinti gibi bahçeden bahçeye,
Şehirden şehre gider.

 

Hacerülesvetim bahçenin aydınlığıdır.

 

Kaşan şehrindenim.
İşim resim yapmaktır.
Bazen bir kafas boyar,
Size satarım.
Orda mahpus çayırkuşu, sesiyle
Yalnız gönlünüzü tazelesin diye.
Bu bir hayal, bu bir hayal, …
Biliyorum,
Tuvalim cansızdır,
İyi biliyorum,
Çizdiğim havuz balıksızdır.

 

Kaşan şehrindenim.
Soyum belki
Hint’de bir bitkiden gelir,
Belki “Sialk” toprağından yapılmış bir çömlekten,
Soyum belki de
Buharalı bir fahişeden gelir.

 

Babam, kırlangıçların iki kere gelmelerinden önce,
İki kardan önce
Babam terastaki iki uykudan önce,
Babam zamanlar önce ölmüştü.
Babam öldüğü zaman, gökyüzü maviydi.
Annem birden kalktı uykudan, kızkardeşim güzelleşti
Babam öldüğü zaman, bekçilerin hepsi şairdi.
Kaç kilo kavun istiyorsun? Diye sordu manav bana.
Sordum: Gönül hoşluğunun gramı kaça?

 

Babam ressamdı
Saz yapar, saz çalardı.
Üstelik iyi bir hattattı.

 

Bahçemiz bilginin gölgesindeydi.
Bahçemiz duyguyla bitkinin karıştığı yerdi.
Bahçemiz bakışın, aynanın ve kafesin kesiştiği noktaydı.
Bahçemiz belki de yeşil saadet çemberinin bir parçasıydı.
Tanrının ham meyvasını çiğniyordum o gün uykuda,
Suyu felsefesiz içiyor,
Dutu, bilgisiz topluyordum.

 

Nar dalında yarıldığında,
Elim tutkudan bir şadırvan olurdu.
Çayırkuşu şakıdığında,
Gönlüm dinleme hazzıyla yanardı.
Kâh yalnızlık, yüzünü camın arkasına dayar,
Kâh heyecan, elini duygunun boynuna dolardı.
Düşünce oyun oynardı.
Bayram yağmuru gibi bir şeydi yaşam,
Sığırcıklarla dolu bir çınar.
Işık ve taşbebek alayıydı yaşam,
Bir kucak özgürlük idi,
Yaşam, musıki havuzuydu o zaman.

 

Çocuk yavaş yavaş uzaklaştı yusufçuklar sokağından.
Kendi yükümü bağlayıp,
Hafif hayallerin şehrinden çıktım,
Yüreğim yusufçuk gurbetiyle dolu.

 

Ben dünya misafirliğine gittim.
Ben sıkıntı ovasına,
Ben irfan bağına,
Ben bilim ışığının balkonuna gittim.
Dinin basamaklarını çıktım.

 

Şüphe sokağının sonuna kadar,
Gönül doygunluğunun serin havasına,
Islak sevda akşamına kadar.
Ben birini görmeye gittim,
Aşkın öbür ucuna
Gittim, gittim kadına kadar,
Lezzet ışığına kadar,
Tutkunun sessizliğine,
Yalnızlığın kanat sesine kadar.

 

Yer üstünde neler gördüm:
Bir çocuk gördüm ay kokluyordu.
Kapısız bir kafes gördüm,
İçinde, aydınlık kanat çırpıyordu.
Bir merdiven gördüm,
Üzerinde aşk melekler âlemine çıkıyordu.
Bir kadın gördüm, havanda ışık dövüyordu.
Öğle, onların sofrasında ekmekti,
Sebzeydi, şebnem tepsisiydi,
Sıcak sevda kâsesiydi.

 

Bir dilenci gördüm, çayırkuşundan bir şarkı için,
Kapı kapı dolaşıp, dileniyordu.
Bir çöpçü, kavun kabuğuna secde ediyordu.

 

Bir kuzu gördüm, uçurtmayı yiyordu.
Bir eşek gördüm yoncayı anlıyordu.
“Nasihat” otlağında bir inek gördüm, doymuştu.

 

Bir şair gördüm, konuşurken bir zambağa “siz” diyordu.

 

Bir kitap gördüm, kelimeleri billurdan.
Bir kâğıt gördüm, ilkbahardan.
Müze gördüm yeşillikten uzak,
Cami gördüm sudan uzak.
Umutsuz bir fakih gördüm,
Başucunda sorularla dolu bir testi vardı.

 

Bir katır gördüm yazı ile yüklü.
Bir deve gördüm, “nasihat ve misal”in boş sepetiyle yüklü.
Bir arif gördüm “ya hu” ile yüklü.

 

Aydınlık götüren bir tren gördüm,
Fıkıh götüren bir tren gördüm,
Nasıl da yavaş gidiyordu.
Siyaset götüren bir tren gördüm,
(ne de boş gidiyordu)
Nilüfer tohumları ve kanarya şarkıları götüren
bir tren gördüm,
ve bir uçak, binlerce metre yüksekteyken
Penceresinden toprak göründü;
Hüthüt kuşunun tepeliği,
Kelebek kanatlarının benekleri,
Kurbağanın havuzdaki aksi,
Ve yalnızlık sokağından bir sineğin geçişi.

 

Bir serçenin çınardan yere indiğindeki arayış.

 

Ve güneşin ergenliği,
Ve oyuncak bebeğin sabah ile kucaklaşması

 

Basamaklar şehvet serasına gidiyordu.
Basamaklar içki mahzenine iniyordu.
Basamaklar kırmızı gülün fesat kanununa
Ve hayat matematiğinin anlamına
Basamaklar aydınlanmanın damına,
Basamaklar tecelli kürsüsüne gidiyordu.

 

Aşağıda, annem,
Nehrin hatırasında çay bardaklarını yıkıyordu.

 

Şehir görünüyordu:
Büyüyen çimento, demir, taş geometrisi,
Güvercin taşımayan yüzlerce otobüs.
Çiçekçi çiçeklerini mezata götürüyordu.
İki yasemin ağacı arasına,
Salıncak kuruyordu bir şair,
Çocuğun biri okul duvarına taş atıyordu.
Bir diğeri erik çekirdeğini,
Babasının renksiz seccadesine tükürüyordu
Ve bir keçi haritadaki “Hazar”dan su içiyordu.

 

Çamaşır ipi göründü, sallanan bir sutyen.

 

Bir at arabasının tekerleği, atın durmasına hasret,
At, arabacının uykusuna hasret,
Arabacı ölüme hasret.

 

Aşk göründü, dalga göründü.
Kar göründü, dostluk göründü.
Kelime göründü.
Su göründü, eşyaların sudaki aksi…
Kanın sıcaklığında, hücrelerin serin gölgeleri.
Hayatın rutubetli tarafı.
Sıkıntılı Doğu insanının yaratılışı.
Kadın sokağında serserilik mevsimi.
Mevsim sokağında yalnızlık kokusu.

 

Yazın eli bir yelpaze gibi göründü.

 

Tohumun çiçeğe,
Sarmaşığın evden eve,
Ayın, havuza yolculuğu,
Hasret çiçeğinin topraktan fışkırışı.
Körpe asmanın duvardan dökülüşü.
Şebnemin uyku köprüsü üstüne yağışı.
Neşenin ölüm hendeğinden atlayışı.
Sözün ardında geçen hadise.

 

Bir pencere ile ışığın savaşı.
Bir basamak ile güneşin büyük ayağının savaşı.
Yalnızlık ile bir şarkının savaşı.
Armutlar ile boş bir sepetin güzel savaşı.
Nar ile dişlerin kanlı savaşı.
“Naziler” ile naz çiçeğinin sapının savaşı.
Papağan ile güzel konuşmanın savaşı.
Alın ile soğuk mührün savaşı.

 

Camideki çinilerin secdeye saldırışı.
Sabun köpüğünün yükselmesine rüzgârın saldırışı.
Kelebek ordusunun “ilaçlama” programına
Yusufçuk alayının kanal işçilerine saldırışı.
Kamış kalem taburunun kurşun harflere saldırışı.
Kelimenin şairin çenesine saldırışı.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Bir Garip İnsan: Pessoa

 

Bir devrin fethi, bir şiir eliyle,
Bir bahçenin fethi, bir sığırcık eliyle,
Bir sokağın fethi, iki selam eliyle,
Bir şehrin fethi, üç dört tahta süvari eliyle,
Bir bayramın fethi, iki oyuncak bebek ve bir top eliyle.

 

Bir çıngırağın katli, ikindi yatağının başında,
Bir hikâyenin katli, uyku sokağının başında,
Bir hüznün katli, bir şarkı emriyle,
Ayışığının katli, neonların emriyle,
Bir söğüdün katli, devlet eliyle,
Bir umutsuz şairin katli, bir kar çiçeği eliyle.

 

Yeryüzü tümüyle belirdi:
Yunan sokağında düzen gidiyordu.
Başkuş “Babil bahçelerinde” ötüyor,
Rüzgâr, Hayber yamacından, doğuya
Tarihin çer çöpünü sürüklüyordu.
Durgun “Negin” gölünde bir kayık çiçek götürüyor,
Benares’te her sokağın başında ebedi ışık yanıyordu.

 

Halklar gördüm.
Şehirler gördüm.
Ovalar, dağlar gördüm.
Suyu gördüm, toprağı gördüm.
Işık ve karanlık gördüm.
Bitkileri ışıkta ve bitkileri karanlıkta gördüm.
Hayvanları ışıkta ve hayvanları karanlıkta gördüm.
Ve insanı ışıkta ve insanı karanlıkta gördüm.

 

Kaşan şehrindenim
Ama, benim şehrim değil Kaşan.
Benim şehrim kayboldu.
Telaşla ve pür heyecan,
Gecenin öbür tarafına bir ev yaptım.

 

Ben bu evde,
Kimsenin adını bilmediği nemli otlara yakınım.
Bahçenin nefesini duyuyorum.
Ve karanlığın sesini bir yapraktan düştüğünde.
Ağacın arkasında aydınlığın öksürük sesini.
Her taşın deliğinde suyun aksırığını.
Baharın çatısında kırlangıcın sesini.
Ve açıp kapanan yalnızlık penceresinin saf sesini.
Ve müphem aşkın deri değiştirmesinin temiz sesini.
Kanatta uçmak zevkinin toplanmasını,
Ruhun kendi kendini tutarken çatlamasını.

 

Ben tutkunun adımlarını duyuyorum.
Ve damardaki kan kanununun
Ayak sesini duyuyorum.
Güvercinler kuyusunda seher çırpıntısı
Cuma gecesinin kalp çarpıntısı,
Düşüncede karanfil çiçeğinin akışı
Hakikatin, uzaktan saf kişnemesi.
Ben uçuşan maddenin sesini duuyorum.
Ve coşku sokağında inanç ayakkabısının sesini.
Ve aşkın ıslak gözkapakları üstündeki,
Ergenliğin hüzünlü musıkisi üstündeki,
Nar bahçelerinin türküsü üstündeki yağmurun sesini.
Ve gece içinde neşe şişesinin kırılmasının,
Güzelliğin kâğıt gibi parçalanmasının
Gurbet kâsesinin rüzgârdan dolup boşalmasının sesini.

 

Ben dünyanın başlangıcına yakınım.
Çiçeklerin nabzını tutuyorum.
Suyun ıslak kaderine,
Ağacın yeşil olma adetine aşinayım.

 

Ruhum nesnelerin tazeliklerine akar,
Benim ruhum, gençtir.
Ruhum bazen heyecandan kekeler,
Benim ruhum, işsizdir:
Yağmur damlalarını, duvardaki tuğlaları sayar,
Ruhum bazen yol ağzında duran bir taş gibi gerçektir.

 

Ben birbirine düşman iki çam görmedim,
Gölgesini yere satan bir söğüt de görmedim
Karaağaç kovuğunu bağışlar kargaya.
Nerde bir yaprak varsa, içim açılır.
Afyon çiçeği yıkadı beni varoluşun selinde.

 

Bir böcek kanadı gibi, seherin ağırlığını biliyorum.
Bir saksı gibi ,yeşermenin musıkîsini dinliyorum.
Bir sepet dolusu meyva gibi,
Olgunlaşmak için sabırsızlanıyorum.
Uyuşukluk sınırında bir meyhane gibiyim.
Deniz kenarında bir bina gibi,
Ebedi dalgalardan endişeliyim.

 

İstediğin kadar güneş, istediğin kadar bağlılık,
İstediğin kadar çoğalma.

 

Ben bir elmayla hoşnutum,
Ve bir papatyanın kokusundan.
Ben bir ayna, bir saf bağlılıkla yetiniyorum.
Bir balon patlasa, gülmüyorum,
Bir felsefe ay’ı ikiye bölerse, gülmüyorum.
Ben bıldırcın tüylerinin sesini tanıyorum,
Toy kuşunun karnındaki renkleri,
Dağ keçisinin ayak izlerini.
Nerde ravent yetişir, iyi biliyorum.
Sığırcık ne zaman gelir, keklik ne zaman öter,
Şahin ne zaman ölür,
Çölün uykusunda ay nedir,
Tutku sapındaki ölüm.
Ve sevişmenin ağızda bıraktığı ahududu lezzeti.

 

Yaşam hoş bir adettir,
Yaşamın ölüm genişliğinde kanatları vardır,
Aşk kadar sıçrayabilir,
Yaşam, alışkanlık rafına kaldırıp
Unutulacak bir şey değildir.
Yaşam elin çiçek koparma isteğidir.
Yaşam turfanda siyah incirdir,
Yazın ağzında buruk bir tat.
Yaşam böceğin gözünde ağacın boyutudur.
Yaşam yarasanın karanlıktaki tecrübesidir.
Yaşam bir göçmen kuşun gariplik duygusudur.
Yaşam uykunun dönemecinde bir tren düdüğüdür,
Yaşam uçak penceresinden bir bahçeyi görmektir.
Füzenin uzaya fırlatıldığı haberi,
Ayın yalnızlığına dokunuş,
Başka bir gezegende çiçek koklamak fikri.

 

Yaşam bir tabak yıkamaktır.

 

Yaşam sokakta bir metelik bulmaktır.
Yaşam aynanın “karesi”dir.
Yaşam çiçek “üstü” sonsuzdur.
Yaşam yer “çarpı” yüreğimizin çarpıntısıdır.
Yaşam basit ve eşit nefesler geometrisidir.

 

Nerede olursam olayım
Gökyüzü benimdir.
Pencere, fikir, hava, aşk, yeryüzü benimdir.
Ne önemi var
Bazen büyürse
Gurbetin mantarları?

 

Bilmiyorum, neden
“At soylu hayvandır, güvercin güzeldir.” derler?
Ve neden hiç kimse yarasayı kafese koymuyor.
Yoncanın ne eksiği var kırmızı laleden.
Gözleri yıkamalı, başka türlü görmeli.
Kelimeleri yıkamalı.
Kelime rüzgâr olmalı, yağmur olmalı.

 

Şemsiyeleri kapatmalı.
Yağmur altında yürümeli.
Düşünceleri, hatıraları yağmur altına getirmeli.
Şehir bütün halkıyla yağmur altına gitmeli.
Dostu yağmur altında görmeli.
Aşkı yağmur altında aramalı.
Yağmur altında bir kadınla sevişmeli.
Yağmur altında oyun oynamalı.
Yağmur altında yazmalı, konuşmalı, nilüfer dikmeli.
Yaşam sürekli ıslanmaktır.
Yaşam “şimdi” havuzunda suya girmektir.

 

Çıkaralım giysileri:
Suya bir adım var.

 

Aydınlığı tadalım.
Bir köy gecesini, ahunun uykusunu tartalım.
Leylek yuvasının sıcaklığını hissedelim.
Çimenlerin kanununu çiğnemeyelim.
Bağbozumunu tadalım.
Ve eğer ay çıkarsa ağzımızı açalım
Ve gecenin uğursuz olduğunu söylemeyelim.
Ateş böceğinin bahçenin bilgeliğinden
Yoksun olduğunu sanmayalım.

 

Sepeti getirelim
Biraz kırmızı biraz yeşil toplayalım.

 

Sabahları ekmekle ebegümeci yiyelim.
Her sözün başında bir fidan,
İki hecenin arasında sessizlik tohumu ekelim.

 

İçinde rüzgâr esmeyen kitabı okumayalım,
Ve içinde ıslak şebnem yüzeyi olmayan kitabı
Hücreleri canlı olmayan kitabı okumayalım ve
Sineğin tabiatın parmağından uçmasını istemeyelim.
Ve panterin yaratılış kapısından dışarı çıkmasını.
Ve eğer solucanlar öldüyse,
Yaşamda bir şeyin eksildiğini bilelim.
Eğer ağaçbiti yoksa, ağaç kanunları zarar görmüştür.
Ve eğer ölüm olmasaydı, neyin peşine koşacaktık.
Ve eğer ışık olmasaydı, uçuşun mantığı değişecekti.
Ve mercandan önce
Denizlerin düşüncelerinde boşluk vardı.

 

Ve nerdeyiz diye sormayalım,
Hastahanenin taze çiçeklerini koklayalım.

 

Ve geleceğin fıskiyesi nerde diye sormayalım,
Ve neden hakikatın kalbi mavidir diye
Ve dedelerimizin esintileri nasıl, geceleri nasıldı
Diye sormayalım.

 

Geçmiş artık canlı değil.
Geçmişte kuş şakımıyor.
Geçmişte rüzgâr esmiyor.
Geçmişte çamın yeşil penceresi kapalı.
Geçmişte bütün kâğıt fırıldakların yüzü tozlu.
Geçmişte tarihin yorgunluğu kaldı.
Geçmiş dalganın hatırasında,
Sahile vurmuş hareketsiz soğuk sedeflerdir.

 

Deniz kıyısına gidelim,
Sulara ağ atalım,
Suların tazeliğini çekelim.

 

Yerden bir çakıl taşı alıp,
Varolmanın ağırlığını hissedelim.

 

Eğer ateşimiz çıkarsa ayışığına söylenmeyelim.
(Bazen ateşim varken ay’ın aşağı indiğini görürüm,
Elimin melekler katına eriştiğini,
İspinozun daha iyi öttüğünü.
Ayağımdaki yara,
Yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana.
Çiçeğin hacmi kaç misline çıktı, hasta yatağımda,
Daha da büyüdü turuncun çapı, fenerin ışığı)
Ve ölümden korkmayalım,
(ölüm güvercinin sonu değildir.)
Bir cırcır böceğinin ters dönmesi ölüm değildir.
Ölüm akasyanın aklından geçer.
Ölüm düşüncenin güzel ikliminde yaşar.
Ölüm köy gecesi derinliğinde sabahı anlatır.
Ölüm üzüm salkımı ile gelir ağzımıza.
Ölüm gırtlağın kızıl hançeresinde fısıldaşır.
Ölüm kelebek kanatlarındaki güzellikten sorumludur.
Ölüm bazen reyhan koparır.
Ölüm bazen votka içer.
Bazen gölgede oturur ve bize bakar.
Ve hepimiz lezzetin ciğerinin,
Ölüm oksijeni ile dolu olduğunu biliriz.

 

Çitlerin arkasında yaşayan sesi var kaderin
Yüzüne kapıyı kapatmayalım.

 

Perdeyi açalım:
Bırakalım duygular soluk alsın.
Bırakalım ergenlik her ağacın altında yuva kursun.
Bırakalım içgüdü oyun oynasın.
Yalınayak mevsimlerin peşinde,
Çiçeklerin üstünde uçsun.
Bırakalım yalnızlık,
Türkü söylesin,
Birşeyler yazsın,
Sokaklara çıksın.

 

İçten olalım.
İçten olalım,
Bankada da bir ağacın altında da içten olalım.

 

Bizim işimiz değil kırmızı gülün sırrını anlamak.
Bizim işimiz belki de:
Kırmızı gülün büyüsünde yüzmektir.
Bilimin ötesine çadır kuralım,
Bir yaprağın cezbesiyle elimizi yıkayıp
Sofraya oturalım,
Sabah güneş doğarken doğalım,
Heyecanları serbest bırakalım,
Uzayın, rengin, sesin, pencerenin
Anlamını tazeleyelim,
Varlığın iki hecesi arasına, gökyüzünü yerleştirelim,
İçimizi ebediyetle doldurup boşaltalım,
Bilimin yükünü kırlangıçların sırtından alıp yere koyalım,
Bulutların, çınarın, sivrisineğin, yazın ismini geri alalım,
Sevdayı yağmurun ıslak basamaklarından
Yükseltelim,
Kapıyı insana ve ışığa ve bitkiye ve böceğe açalım.

 

Bizim işimiz belki de,
Nilüfer çiçeği ve çağımız arasında,
Hakikat şarkısının peşinde koşmaktır.

Sohrab Sepehri


Sevdiğiniz şiirleri ya da şiirlerden dizeleri aşağı bırakabilirsiniz efem, sevgiler.