Pasajlar, Psikoloji

Sıkıntı Var!

“Cansıkıntısıyla dinleniyorum ancak,” derdi. “Sıkılırken dinlendiğimi anlamıyorum. İçimin yeni heyecanlar için dolduğunu hissetmiyorum. Fakat, bilmeden yeni yaşantılara hazırlıyorum kendimi. İçimde bir Selim ölürken kalan bütün gücüyle yeni bir Selim yaratıyor.” Oğuz Atay, Tutunamayanlar, s. 392


50’li yıllarda ABD’de, beyaz orta sınıf ev kadınları, evlerinde güçlü bir sıkıntı duygusu ile baş etmeye çalıştıklarını dile getirdiler. Ürünleri çeşitlenmekte olan tüketim toplumu kadınların işlerini azaltmayı vaat etmesine rağmen rutin ev işleri ile bıkkın kadınlar, sıkıntı kelimesini sıklıkla telaffuz ediyorlardı. Fransa’da 68 Mayıs isyanları başlamadan az önce Le Monde gazetesinde “Fransa Sıkılıyor” başlıklı bir yazı yayımlandı. ( Pierre Viansson-Ponté imzalı yazı, 15 Mart 1968 tarihinde Le Monde gazetesinde “Quand la France s’ennuie…” başlığıyla yayımlandı.) Yazara göre, dünyanın birçok yerinde isyanlar gerçekleşirken Fransa’daki öğrenciler can sıkıntısı hastalığına yakalanmıştı. Oysa ki, sözü edilen gençlik, bu yazıdan birkaç hafta sonra ayaklanacak, sokaklarda barikat kuracak, duvarlara yazdıkları üzere hayal gücünü isyana çağıracaktı.


Bu duvar yazılarından bir tanesi de Mayıs 68 ateşinin fitillenmesi ve sürecin şekillenmesindeki rolü yadsınamayacak Situasyonist Enternasyonel kolektifinin sloganlarından biriydi: “Sıkıntı karşı-devrimcidir.” Onlara göre, modern kapitalizm, gösteri toplumu ve onun kontrol altında tutmaya yönelik tasarlanmış şehir mekânı yalnızca sıkıntı üretiyordu ve bu sıkıntı eylemliliğe ket vuruyordu. 70’lerde İngiltere’de punk gençlik, olmayan geleceklerinden ve toplum düzeninin mide bulandırıcılığından dem vururken “Londra sıkıntı ile kavruluyor” diye bağırıyordu bir The Clash şarkısı aracılığıyla:



Sıkılmak onlar için hem isyanlarını dışa vurma şekli, hem de isyan ettikleri şeyin ta kendisiydi. 2012’de, Adil Çalışma Derneği (Fair Labour Association) başkanı, Çin’deki Apple fabrikasında on yedi işçinin intihar etmesinin sebebi olarak sıkıntıyı öne sürdü. İşçilerin çalışma koşulları “birinci sınıf” idi oysa ki. Öte yandan 21. yüzyılda, bu işçilerin ürettiği telefonlar, kullanıcıları için sıkıntıyı ortadan kaldırmayı vadediyordu; dünya bir tık uzaktayken ve olasılıklar böylesine çeşitlenmişken sıkılmak mümkün müydü? Haziran 2018 genel seçimlerinden önce, Erdoğan’ın bir konuşması esnasında dinleyicilerine “sıkıldınız mı?” diye sorması üzerine Twitter’da yayılan sıkıldık hashtag’i Türkiye’de bir gün, dünyada da birkaç saat TrendTopic oldu. O günlerde yapılan bir şarkı: “Usandık, her gün başka biçimde yalandan, gözümüze bakarak talandan, senden sıkıldık. #tamam #bıktık #sıkıldık” diyordu.



On sekiz senedir değişmeyen iktidar süresince gençliklerini geçiren kesimin, yükselen işsizlikten doğan boş zamanın, medyanın artan şekilde teksesleşmesinden mütevellit tekrarların, günbegün imge ve ses olarak beliren yüzlerin ve sözlerin coğrafyasında “sıkıldık” sloganının belki de pek şaşırtıcı bir tarafı yoktu. Bir yandan da, aynı dönemde gündelik hayatta en çok duyulan sözlerden biri “sıkıntı yok” idi. Sadece sokaklarda değil, televizyondan ve sosyal medyadan halka seslenen politikacıların da dilinden düşmüyordu bu söz. Nerede bir problem varsa orada “sıkıntı yok”tu. Zaten bir problemin olmadığını iddia etmekten çok, karşısındakine o problemi “sıkıntı etmemesini” salık verir, asıl problemin bu nasihate uymamak olacağını iddia eder gibiydi bu ifade.



Türkiye’de son dönem siyasi söylemin doublespeak (Georg Orwell’in 1984 (1949) romanında türettiği bu kelime, kastedilen anlamın tam tersini söyleyerek kurulan retorik bir araç) retoriğinin en iyi örneklerinden olan bu tabir, bir diğer şarkıda şöyle dile gelmişti: “Sıkıntı bol, sıkıntı bol. Hayır! Sıkıntı yok, sıkıntı yok. Evet!” Geçen senelerin popüler televizyon dizilerinden olan Çukur’da görünen bir duvar yazısı bu söze dair söylenebilecekleri bir çırpıda özetliyordu sanki: “Sıkıntı yoksa sıkıntı var demektir”. İstanbul vapurunda üzerinde bu sözlerin yazılı olduğu t-shirtler ile dolaşan gençleri görmek mümkündü artık. Aynı cümleyi çoğaltan bardak ve çantalar satılmaya başlanmıştı. Ve evet, sıkıntı vardı. Sıkıntı kavramı, bu kısıtlı ve çoğaltılabilecek örneklerden sezebileceğimiz gibi coğrafya, sınıf, toplumsal cinsiyet gibi etkenlere göre şekillenen; anlamı değişken, şekli bulanık, hareket alanının kısıtlanmasından doğabildiği gibi harekete geçirme gücüne de sahip olabilen bir duygu durumu olarak var olduğu gibi, toplumsal örüntüleri anlamlandırmak için verimli bir kavram olarak da var.


Bu derleme, sıkıntıya odaklanmanın bu coğrafyada bizi nerelere götürebileceği sorusundan yola çıkıyor ve temelde iki konuya yoğunlaşıyor: Sıkıntının toplumsallığı ve sıkıntının potansiyeli. Modern deneyimin ana bileşenlerinden kabul edilen; bıkkınlık, problem, anlam kaybı ile ilişkilendirilen; depresyon, yalnızlık, melankoli ve ilham eksikliği ile bağlantılı; eleştiri ve isyan ile irtibatı kuvvetli sıkıntının, modernitenin Türkiye’ye özgü veçheleri, mekânları, zamansallığı ve öznelik biçimlerine dair hangi ipuçlarını sunabileceğini sorguluyor. Türkiye bağlamında, taşra sıkıntısından, sıkıntı hashtag’ine giden süreçler bize ne anlatıyor? Sıkıntı kavramı, bu coğrafyada hem tarihsel olarak hem de bugünün koordinatları içindeki anlam arayışları, toplumsal hareketler, gündelik hayat ve kültürel pratikler hakkında ne söyleyebilir?


Sıkıntı Var, bu soruların peşinden giderek, aşağıda ayrıntılandıracağım mekân/zaman, siyaset, edebiyat ve sinemaya odaklanan dört bölümde, Türkiye’de modernlik deneyimi, duyguların politikası, gündelik dil, siyaset ve sanat gibi alanlara sıkıntının kavramsal çerçevesinden bakan denemeleri bir araya getiriyor. Bu eleştirel çerçevenin içinden, daha önce sıkıntı üzerinden derinlemesine okunmamış bağlam ve temaların analizinin sıkıntı kavramını da yeniden düşünmeye ve genişletmeye olanak sağlayacağı düşüncesiyle hareket ediyor. Sıkıntının temelde bir anlam krizine işaret ettiğinden yola çıkarak, sıkıntı mekânlarına ve onun zamanla ilişkisine, bir estetik kategori olarak kullanımına, siyasette uç verdiği anlara, edebiyat ve sinemadaki temsillerine ve ona karşı sunulan panzehirlere bakmak, bu coğrafyaya özgü anlam arayışlarına ve çatışmalarına dair kışkırtıcı sorular ortaya atabilir.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  "Kitleler Psikolojisi" Üzerine Kısa Bir Değerlendirme


Türk Dil Kurumu’na göre sıkıntının ilk tanımı “işsizlik, tekdüzelik, bezginlik vb. sebeplerden doğan ruhsal yorgunluk, cefa, eziyet”. Bu tanımları, “bir bozukluğun, karışıklığın sebep olduğu etkili ve sürekli yorgunluk, mihnet”, “yokluk ve parasızlığın yol açtığı geçim darlığı”, “bulunmama durumu” ve son zamanlarda yaygınlaşan kullanımıyla “sorun, mesele, sendrom, problem” takip ediyor. “Sık” kökeni hem fiziksel ve mekânsal bir sıkışmışlık deneyimine, hem de tekrarı imleyen bir zamansallığa işaret ediyor. Kelimenin Türkçedeki tanımı, yan anlamları ve içinde geçtiği deyişler, sıkıntının, işsizlik, yokluk, yoksunluk gibi toplumsal durumlarla doğrudan ilintili olduğunu açıkça ima ediyor. İç sıkıntısı, can sıkıntısı gibi tabirler ile geçim sıkıntısı, sıkıntıya düşmek, sıkıntıda olmak gibileri arasındaki ayrım, zaman zaman yapılan “varoluşçu” ve “durumsal” sıkıntı kategorizasyonlarını andırsa da bu sıkıntı kategorilerini birbirinden ayırmak çoğu zaman kolay değil. Kitap boyunca yapıldığı gibi bu tabirlerin ayrıldıkları değil ayrılamadıkları noktalara bakmak belki de daha verimli.


Kitapta sıkıntı kelimesi, sıklıkla başka kavramlar ve benzer duygu durumları ile birlikte kullanılıyor, onlarla kıyaslanıyor, bazen yer değiştiriyor. Bu bir oranda kavram karmaşası yaratıyor olsa da, sıkıntının birçok farklı duruma içre, dilin ise sıkıntı ve benzeri halleri açıklamak için kendini nasıl genişletmiş olduğunu gösteriyor aslında. Dolayısıyla, sıkıntıdan değil, sıkıntılardan, sıkıntının türlü çeşidinden bahsedeceğiz kitap boyunca. Sıkıntıya odaklanmak gündelik hayatı ve onun imkânlarını eleştirel teorinin merkezinde tutmaya olanak sağlayan bir kavramsal çerçeve. Bu yüzden, anlam krizlerinin ne tür arayışlara, terk edişlere, eylem ve örgütlenmelere olanak sağlayabileceği sorusunu açmayı da mümkün kılıyor. Dolayısıyla, kitaptaki yazılar sadece sıkıntının ne olduğuna değil, sıkıntının neler yapabileceğine de odaklanıyor.


Sıkıntının, kişisel veya kolektif şekillerde zamanı farklı örgütleme, gündem yaratma, kısmen de olsa seçilmiş bir ritimle kültürel ve siyasal dayatmaların dışında adım atma süreçlerinde bir yoldaş olup olmayacağını sorguluyor. Kitaptaki yazıların bu meseleleri nasıl irdelediğine daha ayrıntılı bir şekilde eğilmeden önce, sıkıntının düşünce tarihinde baş gösterdiği bazı anlara kısaca bakalım ve kitabın iki ana eksenini, sıkıntının toplumsallığı ve potansiyelini açmaya çalışalım.


Tarih boyunca, sıkıntı ve ona benzer duyguların farklı dönemlerde farklı isimleri olmuştur. Latince taedium vitae, hayattan sıkılma, yaşam isteğinin kalmaması şeklinde çevrilebilir.


Erken dönem Hıristiyan metinlerinde karşımıza çıkan, can sıkıntısına benzer acedia’nın, kötü niyetli şeytanlar tarafından ruhlarına yerleştirildiğini düşünür Hıristiyanlar. Rönesans döneminde ise daha çok melankoli adı altında tanımlanan bu duygulanım, özellikle matematikçilere ve bilim insanlarına atfedilir. Fransızcadaki ennuie ve Almanca Langeweile kelimeleri daha eski olsa da, İngilizcedeki boredom kelimesi 18. yüzyılın sonlarına doğru, Sanayi Devrimi’ni takiben kullanılmaya başlanmıştır. Kelimenin Türkçedeki anlam ve yan anlamlarına bakmadan önce, Batı’nın sıkıntı tarihinde biraz daha dolaşalım ve kitaptaki yazıları da besleyen bazı fikirlere kısaca göz atalım.


“Sıkıntı filozofları”ndan Arthur Schopenhauer, sıkıntının “sihirli bir şekilde” harekete geçirici bir yanı olduğunu yazar. Çekerek değil geri teperek harekete geçirir sıkıntı ona göre. Schopenhauer gibi, Søren Kierkegaard da sıkıntıyı varoluşun vazgeçilmez bir öğesi sayar, fakat onu “tüm kötülüklerin kaynağı” olarak adlandırır. Hiçliğin ta kendisidir sıkıntı ona göre, seslerin yankı bile yapamadığı bir boşluk. Üzerine diğerleri kadar kapsamlı olarak yazmasa da, Friedrich Nietzsche’nin de yazılarında boy gösterir sıkıntı. Hıristiyan pratiklerinin aslen sıkıntıyı bertaraf etmek için oluştuğunu iddia eden Nietszche, daha da ileri giderek, Schopenhauer’ın izinde, Tanrı’nın sıkıldığı için insanı yarattığını, ardından insanın da sıkılması üzerine onu eylemek için hayvanları ve kadınları yarattığını yazar. Martin Heidegger ise çokça uğraştığı ve düşünce külliyatı içerisindeki yeri ayrıntılı olarak incelenmiş olan sıkıntıyı, gündelik varoluşun, dünya ile ilişki kurmanın önemli bir boyutu olarak görür ve yüzeyseli aşan daha derin ve hiçliğin farkına varmayı sağlayacak bir sıkıntının izini sürer. Ki bu da felsefenin kaynağıdır aslında Heidegger’e göre.


Günümüze biraz daha yaklaşırsak, sosyoloji ve eleştirel teori alanında, bu kitabın da ana eksenini oluşturacağı için aşağıda ayrıntılı bir şekilde bahsedeceğim üzere, sıkıntı, modernite ve modern kent deneyiminin tanımlayıcı bir özelliği olarak kavramsallaştırılır. Sanayi Devrimi ile birlikte, kitlesel üretimin ve tüketimin genişlemesiyle, sıkıntı, boş zamanlarının bolluğu yüzünden –veya sayesinde– sıkılabilen zenginlere özgü olmaktan çıkarak herkesin deneyimleyebileceği bir duygu olmuştur. Bir yandan da gündelikleşerek, kendisine benzeyen daha eski kavramların sahip olduğu metafizik çağrışımlarından uzaklaşmıştır. Modernlik ve sıkıntı ilişkisi üzerine en kapsamlı çalışmalardan birini yapmış olan Elizabeth Goodstein, sıkıntının modernizmin kurucu öğelerinden olduğunu tartışırken, yenilik, hız ve gelişme çağında, onun hem sebebi hem de sonucu olan sıkıntının hayaletinin nicedir Batı dünyasının üstünde dolaştığını söyler.


Walter Benjamin’in deyişiyle, sıkıntı, mekanize olan gündelik hayattaki deneyim körelmesine (atrofi) bir tepki olarak ortaya çıkar ve 1840’lardan itibaren salgın boyutlarında hissedilmeye başlanır; hayaller yenilik ve gelişme derken, gerçekler sıkıntıya işaret ediyordur artık. Modernite vaatlerini tümüyle yerine getirememiş ve böylelikle beklenti içinde kalan öznenin deneyimi niteliksizleşmiştir. Dolayısıyla sıkıntının hayalkırıklığı ile yakından ilişkisi vardır, diye yazar Goodstein. Bu anlamda, İngilizce kelimenin (boredom) 18. yüzyılın sonlarına doğru, Sanayi Devrimi sonrasında kullanılmaya başlanması tesadüf değildir.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Harold Pinter

Sıkıntının Felsefesi kitabına çokça referans verilen felsefeci Lars Svendsen, sıkıntının, kişisel ve kolektif düzlemde, mitolojisini kaybetmiş ve hiperrasyonalize olmuş bir dünyada, anlam arayışı projesini gerçekleştirememekten kaynaklandığını söyler. Modernlik, daha önce olmadığı kadar, kendini gerçekleştirme fikrine önem vermiş, kişisel tercih ve eylemlerin değerli olduğuna inanmış ve gündelik hayatın hep “ilginç” olması gerektiğini dayatmıştır. (İngilizcede ilginç ve sıkıcı sözcükleri aynı zamanda yaygınlaşır). Svendsen’e göre, her şeyin her zaman ilginç olması gerekliliği, romantizmden kalan bir yüktür ve bizi sıkılmaya iter.


Sıkıntı üzerine yaptığı ilham verici derlemenin önsözünde Tom McDonough da sıkıntının, 19. yüzyılın ortalarından itibaren modern hayata verilen sosyal ve kişisel bir tepki olarak edebi ve eleştirel metinlerde boy göstermiş olmasına rağmen, gerçekten teorik bir analize tabi tutulmasının Birinci Dünya Savaşı sonrasına denk geldiğini söyler. Bunu yapanlar da Frankfurt Okulu teorisyenlerinden başkası değildir. McDonough’ın, Frankfurt Okulu’nun, sıkıntıyı bir lanet olarak görenlerin aksine, onun diyalektik yapısını anlamakta ısrar ettiklerini hatırlatması oldukça önemlidir. Örneğin üst sınıfların sıkıntısı ile modern üretim ilişkileri arasındaki diyalektiğe işaret eden Benjamin, işçilerin tekrara dayalı emeğinin, üst sınıfların sıkıntısının ekonomik altyapısını oluşturduğunu yazar.


Sıkıntının diyalektik yapısının yanı sıra hikâye anlatıcılığı ile de yakından ilgisi vardır Benjamin’e göre. Modern şehirlerde dinleme alışkanlığı gittikçe azalır, oysa ki sıkıntı hikâye anlatıcılığı ve dinleyiciliği için gereken rahatlamayı sağlar, “deneyimi yumurtadan çıkaran rüya kuşudur” sıkıntı. Sıkıntıyı deneyimi mümkün kılan bir “eşik” olarak gören ve dolayısıyla olası bir değişimin öncülü kabul eden Benjamin’den birkaç yıl önce, bir başka “sıkıntı filozofu”, Siegfried Kracauer da “Sıkıntı” (1924) makalesinde, antenlerle birbirine yaklaşan kıtalar, ışıldayan reklamlar ve sessizliğe izin vermeyen anonsların dünyasında, yani Batı’da, bitmeyen bir sıkıntı ürediğinden bahseder.20 Fakat Kracauer, sıkıntıyı karşı-devrimci olarak adlandıran Situasyonistlerin tersine onun, içinde bulunduğumuz durumla ilgili verili olandan gayri açıklamalar getirmeye ve alternatif bir gelecek tahayyül etmeye izin verebileceğini öne sürer.


İşlerini sıkılarak yapan insanların büyük ihtimalle daha az sıkıcı olduklarını söyleyen Kracauer’a göre, sıkılmaya zamanı olup da yine de sıkılmayanlar, onları kendilerine getirebilecek olan “radikal bir sıkıntı”dan mahrumdurlar ne yazık ki. Bugüne biraz daha yaklaşalım. Modern şehrin ortaya çıkışından, küresel kapitalizmin egemen olduğu, iş ve boş zaman arasındaki ayrımların bulanıklaştığı günümüze gelelim ve son dönemde sıkıntı üzerine en kapsamlı derlemeyi yapmış olan Michael Gardiner ile birlikte soralım: Sıkıntı, bu dönemde global kapitalizmin sürekli yeniye ve verimliliğe yönelten ritminin sonucu olarak artıyor mu, yoksa buna direnmenin bir aracı olarak hak ettiği ilgiyi görmeyi mi bekliyor?


Bu soruyu yanıtlamaya çalışırken bakacağımız tablolardan bir tanesi de belki, sıkıntının, son yıllarda sadece eleştirel teorinin değil, bir dizi kişisel gelişim kitabının ve çevrimiçi platformun da radarına girmiş olması. Bu platformlar, bir yandan sıkıntıdan kurtulmanın altın kurallarını sunarken, diğer yandan akıllı telefonlarımızla ötelediğimiz sıkıntıya yeniden kucak açarak, “dijital detoks” ile daha sağlıklı ve üretken olmanın yöntemlerini sunuyor. Örneğin, sıkıntıya kucak açmayı tembihleyen, bu sayede çok işi aynı anda yapmaktan tükenen beyindeki sinirsel kaynaklarımızı kurtarmaktan söz eden çevrimiçi videoların sayısı az değil.



Sıkıntı Var, Sıkıntı Üzerine Denemeler, Aylin Kuryel, İletişim Yayınları