Müzik, Röportaj, Sanat

Sîmir Rûdan

• Neden Sîmir Rûdan? Bu ismi tercih etmenizin özel bir hikayesi var mı?

Evet, bir hikayesi var. Hikayeleri severiz çünkü onlar ayağımızı yerden keserler, pek de sevimli bulmayabildiğimiz hayatlarımızdan bizi alıp başka yerlere götürebilirler. Mitolojide geçen Sîmir adlı bir kuşun hikayesi beni etkilemiştir. Buna göre, bitmek bilmeyen arayışınızın sonunda kendinizden başka varacak bir yer yoktur. Aradığınız cevaplar başkasında değil, olsa olsa hikayenizde gizlidir!


İnsan kültür ve dil tarafından çevrelenmiş bir yapının içine doğuyor, geldiğinde birçok şey hazırdır. Aldığınız isim, ötekilerin arzusuna bulanmıştır. Yani sana ismini verenlerin senden kimi bekledikleri aslında bellidir. Aile, toplum veya başka oluşumlar sana kim olduğun ve hangi yoldan yürümen gerektiğine dair direktiflerde bulunurlar. Oysa burada unutulan bir şey vardır: Sen başka bir bireysin! Başkasının senden beklediği kişi değilsin ve buna indirgenemezsin. Bence bu topraklarda çoğumuzun kahrını çektiği bir mesele bu. Birbirimize karşı saygılı olmayı beceremiyoruz. Bu konuda biraz tepkiliyim. Dolayısıyla Sîmir Rûdan ismini tercih etmemi bir yanıyla kendi alanımı, kişisel sınırlarımı koruma çabası olarak görüyorum.



• Aslında, sanat eserinin nasıl oluştuğu, sanatın amacı, yaratıcılığın ne olduğu ya da olmadığı ve nasıl geliştiği gibi konularla oldukça içli dışlısınız, felsefe eğitimi aldınız. Sanat yapıtlarıyla varlık dünyası, sanatla insan ve hayat arasında ilişki üzerine felsefeci ve aynı zamanda müzisyen kimliğinizle bizlere neler söylemek istersiniz?


Felsefe lisansım var ve felsefeye karşı ilgim devam ediyor. Sadece, son yıllarda psikolojiye o kadar bulaştım ki hala felsefeciyim diyebilir miyim emin değilim. Bir süredir ilgimi çeken Lacancı Psikanaliz anti-felsefeci bir yerde duruyor. Çünkü felsefe yaparkenki en önemli eylem olan düşünmek, bilinç aracılığıyla yapılır, oysa ben Freud’çuyum diyen Lacan, hakikati bilinçdışında arıyor. Burada bilinç, bilinçdışının önünde bir direnç olarak görülüyor. Yani psikanalize göre bizler düşünerek hakikate ulaşamıyoruz, tersine hakikatten kaçıyoruz gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Filozoflardan etkilenerek fikirlerini şekillendiren Lacan  nasıl oluyor da felsefeye böyle mesafeli olabiliyor, o kısma henüz gelemedim.


Bana oldukça büyük görünen bu soruyu biraz felsefeden biraz da psikolojiden yardım alarak ele almaya çalışayım. Burada insanı nereye koyacağımız önemli.


Hegel’den önce insanın kendi başına var olabileceği, bilgiye kendi kaynakları aracılığıyla ulaşabileceği fikri vardır. Oysa Hegel ile beraber “biliyorum” dediklerimizin aslında ötekilerden bize aktarıldığını görüyoruz. İnsanların tek başına değil de beraber var olabileceği fikri gelişir ki ben bu fikri seviyorum. Bu bana, Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” fikrinden, “düşünülüyorum o halde varım” fikrine evrilmek gibi geliyor. Burada söz konusu olan özne, tıpkı Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” söyleminde olduğu gibi dünyaya herhangi bir şey olarak gelmez, insan kendisini bir tür hiçlik veya bilinmezlikten yeryüzüne “fırlatılmış” olarak bulur. Ancak, bu boşluk hissi insan için pek de katlanılabilir değildir ki habire kendi benliğini üzerine oturtacak birtakım doğrulara ihtiyaç duyar. Genellikle de doğruyu bulmuşuzdur, her kafadan bir ses çıkar. Hatta bu bazen öyle bir hal alır ki “haklı” olduğumuz için birbirimizi gebertme noktasına geliriz.


İnsan, bardağın dolup boşalması gibi sürekli olarak bir hiçlik ve varlık hissi arasında gidip geliyor. Ummadığınız bir anda nedensiz bir iç sıkıntısı gelip huzurunuzu kaçırabiliyor. Bir “hiç” olma endişesine karşı kendimizi var etme kaygısı taşıyor olabiliriz. Belki de sanat, bu sularda bize göz kırpıyordur; üretmek, ürettiklerini paylaşarak bağ kurmak bize iyi geliyordur. Bir de dikkatimi çeken bir şey var, kendimizi değerlendirirken yapıp ettiklerimize bakarız; ürettiklerimizin bir ötekinin dünyasında nereye nasıl dokunduğuyla ilgiliyiz gibime geliyor.


Sanatın bir tür kendini var etme yolu olduğunu düşünüyorum. Hem ürettiğinle hem de ona yönelecek olan ötekiler ile bağ kurarız. Dünya ve insanlar ile bağ kurmak doğrudan olmaz, yani dünyaya bir anda açılmayız. Kimimiz için açılmak daha da zor oluyor. Sanatçılar bu kategoride olmasın? Bilmiyorum, sadece sanatçıları bazen yalnız görmek beni böyle düşündürtüyor. Sanat, belki de anneden dünya ve ötekilere doğru bir tür geçiş işlevi görüyordur. Oyun döneminde oyun oynayan, ayıcığına sarılarak rahatlayan çocuklar gibi. Hakikatin gerilimine yakın sularda kendiyle kalan sanatçılar, kendilerini sanatla yatıştırıyor olabilir mi? Sanatçının yalnızlığı mevzusuna şöyle bir yerden baktığım da oluyor: Üreten bir sanatçı bu süreçte kendisine çekilebileceği bir alana ihtiyaç duyduğundan yalnız olmak durumundadır. Üretim sürecinden alınan bir tür keyif veya üretilen ile kurulan bir olma halleri kendilerine yetiyordur, kim bilir? Eğer öyleyse, aslında yalnız değildir; resimleri, şarkıları kitapları vardır!


Bazen sanatın, dünya ve ötekiler ile sanatçı arasında bir pencere olduğunu düşünürüm. Gerçeklik sert ve sıkıcı, sanat ile oyunlaştırarak onu daha katlanılır kılmaya çalışıyor olabiliriz. Çünkü, eserlerin kendilerine has dokuları, kendi ayrık dünyaları sanatçıya bu konuda izin verir, ona dilediği gibi yaratabileceği bir dünyanın olanağını sunar.


Sanatçı, eser, ötekiler ve hayat arasındaki bağ dil üzerinden kuruluyor olmalı. Birisi bir resim yapıyor ve başka birisi o resme bakınca bir şeyler anladığını düşünüyor, hissediyor. Bu nasıl mümkün olabiliyor? Hepimizin tabi olduğu ve içinde yaşadığı bir dil var. Bu bakımdan Lacan, “Biz dili kullanmayız, dil bizi kullanır.” demiştir.


Bazen söze dökmekte zorlandığın şeyler olur, ne diyeceğini bilemezsin! Bir şeyler denir ama tam da öyle değildir aslında. Çünkü, kelimeler yetmiyordur. Bu anlamda, oldukça farklı biçimlerde yapılabilen sanatı, dilin yetersizliğini giderme çabası olarak da görmek mümkün.



• Rock müziğini doğuran toplumsal yapıyı ve tarihçesini düşünürsek son yıllarda Rock müziğindeki dönüşümü nasıl değerlendiriyor ve Kürtçe Rock müzik hakkında neler düşünüyorsunuz?


Rock müziğin bir gerileme yaşadığını söyleyenler oluyor. Öyle olsa bile, bu onun öldüğü anlamına gelmez. Grup ve müzisyen bazında ele alırsak şu an popüler olanlar var diye biliyorum.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Semyanî Perîzade

Rock müziği bununla sınırlayamayız elbet ama onun asi ve bağıran bir yanının olduğunu biliriz. Oysa, günümüz dünyasında birçok ülkenin bir süredir otoriter rejimlerce yönetildiğini görmekteyiz. Bu durumun da genel olarak söylemler, müzik ve müziğin insanları buluşturma işlevi üzerinde bir etkisinin olabileceğine ihtimal veriyorum. Dilediğimiz gibi bağırıp istediğimizi söyleyebileceğimiz, alkol alıp çılgınca dans edecebileceğimiz kafalarda değiliz gibime geliyor. Böyle bir yaşam biçimi kimi çevrelerce tehdit edici bulunabiliyor. Şimdi rock müziğin üstüne bir de Kürtçe diliyle yapıldığını düşünün, kabul eşikleri daha da yükseldi mi? Yine de olumsuz düşünmek istemiyorum. Biz elimizden geleni yapalım.


Bu arada yaptığım müziğin bir rock damarı olduğunu kabul ediyorum ancak rock yapıyorum demek yerine daha çok batılı formları kullanıyorum demeyi tercih ederim. Çünkü bazen blues veya hafif cazik şeyler karışabilir, Mihemed Arif Cizrawî’ nin ruhu yetişebilir. İlerde başka formlarla da ilişki kurmayı deneyebilirim.


• Müziğin kendine özgülüğünü koruması ve kendine özgü gelişme sağlaması gibi koşulların çok sınırlı bir hale getirildiği malumunuz. Yerel müziğin hem üretim ve dağıtım hacmi, hem de kendi sanatsal ve araçsal özelliklerini koruma ve geliştirme bakımlarından mücadelesi hakkında ne düşünüyorsunuz?


Müzik üretmek ve ürettiklerini insanlara sunabilecek düzeylere ulaştırmak oldukça zaman alan, emek gerektiren, maliyetli süreçlerdir. Çarkların para üzerinden döndüğü böyle bir yapının içinde müzik üretiminin sürdürülebilmesi, öncelikle dahil olabileceğiniz, içinde dolaşabileceğiniz bir sisteminizin olmasını gerektirir. Çok iyi bir şey üretseniz bile, onu görünür kılacak araçlardan yoksunsanız üretiminiz yeterli düzeyde insana ulaşamayacaktır. İnsanı üretim konusunda motive eden bana göre en büyük şey, aramızda bir bağın olduğunu hissettirecek buluşmalardır. Tabiatımız gereği de buna ihtiyaç duyarız. Oysa, yaşanan politik ve ekonomik krizler bir araya gelmeyi zorlaştırıyor. Motivasyon düştüğünden organize olmak veya sistemli hareket etmek de zorlaşıyor. Sonuç olarak, kimisi fark edilmeyince üretmeyebilir, sanatı karnını doyurmadığında başka işlere yönelebilir ya da benim gibi bir işte çalışırken diğer yandan part-time müzisyenlik yapar.



• Dinlediğim kadarıyla- albümünüz çoğunlukla batı menşeli enstrümanlardan oluşuyor, yerel enstrümanları entegre etmeyi ya da geleneksel ezgilere yer vermeyi düşündünüz mü?


Şu ana kadar öyle oldu, daha çok batı enstrümanı kullandım. Onları daha egzotik buluyorum herhalde, sonuçta doğu zaten bende diyorum. Böylece dünyalı hissediyor olabilirim. Bu konu üzerine düşünmüşümdür, nedir bu batıya, uzaklara karşı hayranlık böyle? Bence, biraz da birey olma özlemi. Çünkü, çok toplumcu bir yapıda yetişiyoruz, hem aile içerisinde hem de toplumda üzerimizde tahakkümler var. Bireyler olarak hep müdahaleler ile karşılaşıyoruz. Dil ve kültürün sana format atma çabası hep vardır, her istediğini hiçbir zaman tamamen yapamazsın o ayrı, ancak bunun düzeyi yaşadığımız coğrafyada biraz daha hissediliyor olabilir, daha çok toplumcuyuz.


Vokal yaparken bazen hafif de olsa doğuya özgü teknikler denerim. Arada perküsyon kullanırım. Aslında enstrümanları doğu veya batı şeklinde ayırmak yerine, onların kullanılma biçimiyle, yani nasıl çalındıklarıyla da ilgileniyorum. Albümlerimde yer vermiş olmasam da konserlerimde severek okuduğum geleneksel veya eski şarkılar oluyor.



• Müzik kültürel bir üründür. Yazının olmadığı sözlü gelenekte, müziğin üretimi ve dağıtımı ancak insanın sahip olduğu doğal araçlar (beyin, bellek ve dil) yoluyla olmak zorundaydı. Dolayısıyla, bu tür sözlü gelenekte, mekan ve zamanda aynılık ve ikili veya gruptaki yüzyüzelik zorunlu bir gereksinimdi. Fakat, yazılı kültüre geçiş ve kayıt araçlarının geliştirilmesiyle, müzikte üretim materyalleşti; zaman ve yer bakımından aynılık sınırları kırıldı. Bu bağlamda sosyal medya ve platformların gücünü iyi şekilde kullandığınızı düşünüyor musunuz? Bu “pazar” hakkında ne düşünüyorsunuz? Müzik artık dijitalleşen küreselleşmiş bir pazardaki endüstriyel bir ürün mü?


Sosyal medyayı etkili kullanabildiğimi söyleyemem. En başta zaman bulamıyorum. Bir de kimi sosyal medya mecralarında hoşlanmadığım kutuplaştırıcı bir dil oluyor. Özellikle Twitter’da yazdıklarından dolayı kategorize veya politize edilmen olası. Bu nedenle, burada bir şey yazmaktan kaçınıyorum.


Arada bir üretmek ile bir mesleği icra eder gibi sürekli üretmek aynı şey değildir. İlki için bir pazara ihtiyacınız olmadığı gibi onu bir meslek olarak da yapmıyorsunuzdur; muhtemelen başka bir işiniz gücünüz vardır. Ancak, diğer seçenek için ürettiğiniz şeyin bir piyasası olmak durumunda, aksi halde ya devam edemezsiniz ya da daha az üretirsiniz.


Üretim süreçlerinizi sürdürülebilir kılmak için bir pazarınızın olması şart gibime geliyor. Bunu bu şekilde ifade etmek istemezdim ama ürettiğinizi alınır satılır bir şeye dönüştüremiyorsanız, üretim sürecinizi aktif bir şekilde sürdüremezsiniz.



• Söz ve bestelerinizi yaparken nelerden etkileniyorsunuz? Motivasyon kaynağınız nedir? Müzik, nota, armoni vs eğitimleri aldınız mı?


Yazdığım şarkıların bir kısmı yaşadıklarımdan izler taşısa da onları doğrudan anlatmamaya çalışırım. Gerçek kişi, yer ve olaylar ile doğrudan bağlantı kurmayı tercih etmem. Örneğin, şarkıda doşeka xemrî (mor döşek) ile ifade edilen eşya aslında bir temsil olabilir, yani başka bir eşyanın yerine kullanılmıştır. Bazen bir fikri işlerim, bu bilimsel bir kuram veya felsefi bir görüş ile de ilişkili olabilir.


Üniversite yıllarımda bir süre klasik gitar dersleri aldım. Klasik eserleri deşifre etmek ve bir süre Ankara Üniversitesi’ne bağlı J. S. Bach Korosu’nda aria okuma denemelerim çok sesli batı müziği kültürünü biraz daha içselleştirmeme yardımcı oldu. Bu durumun ileride kendi şarkılarımın aranjelerini yapabilmem konusunda bana bir altyapı sağladığına inanıyorum. Aranje yapmak için belki mecburi değildir ama nota ve armoni ile biraz haşır neşir olmakta fayda vardır. Bir dönem gitar dersleri vermiştim. Üniversite öğrencisiyken ilk gitar dersi verme denemelerim komikti. Bir keresinde, ders almak için arayan birisine seviyesini anlamak için neler çalabildiğini sorduğumda “Romance” cevabını almıştım ve ağzım açık kalmıştı. İçimden, iyi de onu daha ben oturtamadım diye geçirip panik yapmıştım. Sonra bir bahaneyle telefonu kapattım tabii.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Nebraska


• Son zamanlarda gerek sanatçıların gerekse grupların özgün beste sayısının azaldığı, sözlerinin yüzeyselleştiği göze çarpıyor. Durum böyle olunca eskiye dönüş yapıp parçaları yeniden yorumluyor, coverlıyorlar. Aslında metal gruplar tarafından coverlanan çok iyi punk şarkıları var. Sizce bizde “cover” yanlış anlaşılan bir kavram mı, bu kadar çok cover şarkı olmasını nasıl yorumluyorsunuz?


Artık yeni ve iyi bir şeyin pek çıkmadığını ben de duyuyorum. Gerçekten öyle mi yoksa bu kadar bildirim bombardımanının arasında dikkatimizden mi kaçıyorlar, kestirmek güç. Eğer bir üretimsizlik varsa bir nedeni belki tam da budur, odaklanamamak. Bir şarkıyı baştan sona bölünmeden dinlemek de zorlaştı gibi.


Üretmek odaklanmayı, zaman ayırmayı, çalışmayı gerektiriyor ama kolay yoldan öne çıkmayı tercih edenler de olabilir. Bunu söylemek istemezdim ama bunun lokomotifi biraz da dinleyen geniş kitlelerin beklenti ve beğeni düzeyleri de olabilir. “Farklı olan” için algılar daha kapalı gibi. “Bana, bana benzeyeni göster! Bizim meseleden söz et!” beklentisi var gibime geliyor. Bir tür narsistik bağ kurma şekli. Bu olabilir, çünkü çoğu insan için ortak bir payda bulmadan bir şeyle bağ kurmak güçtür. Yalnız, yeni şeylerle zenginleşmeyi sağlayacak veri girişlerine de ihtiyaç yok mudur? Aslında yenilikler, farklılıklar üzerinden de bağ kurulabilir.


Üretmenin önemi konusunda bana oldukça çarpıcı gelen bir örnek sunmak istiyorum. Neden kardeş kavgaları oluyor, neden arsa meseleleri uzayıp gidiyor? Bir insan gerçekten üretse ecdadından kalana gözlerini diker mi? Yine alsın, kendisine kalana sahip çıkmasın demiyorum, ancak üreten kimse kendini şuna mecbur hissetmez, toprak için kan dökmez! Çünkü onun ürettikleri, var ettikleri, sahip oldukları zaten vardır.


Bu kadar çok kardeşi olmak, zannedildiği gibi iyi bir şey olmayabilir. Paylaşamıyoruz, paylaşabileceğimiz bir şey kalmıyor ki. Anne tamamen doyuramaz, baba ise noksandır. Onlar bize her şeyi veremezler. Çalışmak, üretmek… Yapabileceğimiz en güzel şey bu olurdu diye düşünüyorum.


Cover mevzusunda kimseyi yargılamak istemem, kim ne istiyorsa yapsın. Bunda bir artış olmasının birçok nedeni olabilir. Gerçekten sevdiği,  keyif aldığı için de cover yapan vardır. Toplumsal açıdan bakarsak; bilinen eski bir şarkıyı söylemek, bir mahalledeki bir çocuğun diğer çocuklarla bir araya gelebilmek için başvurduğu bir seslenme biçimi. Şu anki şartlarda elimizde bunun için fazla enstrümanımız olmayabilir.



• Müzik de üretim ve tüketim süreçleriyle, diğer her şey gibi, güç ilişkileriyle çevrelenmiş durumda. İçinde bulunduğumuz tüm alanlarda olduğu gibi, müzik sektöründe de dayanışma pratiklerini mümkün olan en geniş ve eşitlikçi biçimde örmek, bu sektörü yönlendiren çok boyutlu güç ilişkilerini bertaraf etmek sizce mümkün müdür?


Sanatın sesi bireylere alan tanıyan esnek ortamlarda yankılanıp büyür. Sistemin içinde sisteme dayanan ya da ona mecbur kalan insanların bu durumu değiştirmesi kolay değildir, ancak bu hiçbir şey yapılamayacağı anlamına gelmez. Sanatın şöyle bir gücü vardır, kabul edilebilirliği yüksektir. Ne demek istediğimi basit bir örnekle açıklayayım: Hoşlandığınız birine gidip doğrudan onunla olmak istediğinizi söylerseniz, kafanıza ağır bir şey yeme olasılığınız var, ancak böyle bir durumda ona şarkı söylediğinizi veya mektup yazdığınızı düşünün, alacağınız cevap hayır olsa bile bu yıkıcı bir şekilde olmayabilir. Çünkü, birtakım dürtülerinizi zararsız ve üretici bir boyutta dönüştürmüşsünüzdür. Buna süblimasyon deniyor. Oldukça etkili bir yöntem olduğu söylenir. Eğer ki dileğimiz kapıların açılması veya köprülerin kurulmasıysa, sanat ve üretmek konusunda kararlı olmayı önerebilirim.


Bizler birbirimizden güç alırız. Bir şekilde buluşmanın bir yolunu bulmayı önemsiyorum. Sanat ve kültür bunun için makul noktalardır. Bir yerlerde üretenlerin sessiz çığlıklarını duyar gibiyim. Ceplerinde şeker biriktirenler, bir gün o şekerleri paylaşırlar. Bu, bir araya gelmek ve birbirimize güç katmak demektir.


• Müzik camiası içinden aldığınız tepkiler nasıl oldu? “Sözünün hatrı sayılır” insanlardan olumlu/olumsuz nasıl eleştiriler aldınız?


2013’te İlk albümüm Bi Çîrokî yayınlandığında, Hawar adında bir web sitesinde, Avrupa dahil Kürtlerin yaşadığı bütün coğrafyalarda o yıl yapılan Kürtçe albümler içerisinde en iyi albüm seçilmişti. Naim Dilmener bir müzik eleştirmeni olarak kendi arşivine almış ve sosyal medyada albümü methetmişti, sağ olsunlar. Bir keresinde Ciwan Haco, bir konserimde Hey Dilberê adlı şarkısını okuduğum videoyu Twitter hesabından paylaşmış ve beni tebrik etmişti. Onurlandığım gelişmeler.


Olumsuz olarak ise ilk albümümde kullandığım dili yerel bulanlar oldu ki haklı olabilirler. Bu durum, sözlerimin kimi insanlarca anlaşılmasını zorlaştırmış olabilir. Bence, Kürtçe bir eğitim dili olmadığı sürece bu tarz durumlar olmaya devam edecektir.



• Prodüksiyon ve post-prodüksiyon aşamasında zor bir müzikal çalışma yapıyor olmanın dışında nasıl zorluklar yaşadınız?


Benim için bir süredir beliren zorluk müziğe kendimi tamamen adayamıyor olmamla ilgili. Sonuçta hayatımı sürdürmek adına başka bir iş yapmaya devam ediyorum. Gerçi okuldaki işimi de çok seviyorum ama bu durum beni bölüyor; üretim ve konserler için ayırabileceğim daha az zamanım kalıyor. Şu ara kendimi çift ana dal yapıyor gibi hissediyorum.


Bir işi aynı zamanda mesleğinizi icra eder gibi maddi bir kazanca dönüştüremediğiniz vakit, o işle ilgili başka birileriyle profesyonel bir çerçevede işbirliği yapmanız da zorlaşıyor. Bunu hangi kaynak ile yapabilirsiniz ki? Hal böyle olunca ya kimi müzik işlerinizde daha çok kendi başınıza kalıyorsunuz ya da kendi dostlarınızın yardımına başvuruyorsunuz. İlki daha çok zorlanmanıza neden olurken ikincisi, dostlarıma karşı minnettar olmakla beraber, ne yazık ki bazen yeterince iyi olmayan işlerle sonuçlanabilmekte.


Söz ettiğim, birbirimizi bulamamayla ilgili olduğunu düşündüğüm sektörleşememenin çoğumuzu etkileyen çok boyutlu sonuçları vardır. Mesela, konser için mekan seçeneklerimiz az, var olan mekanların ses sistemi, tonmaister, sahne ve ışık gibi konularda imkanları kısıtlı. Tabii ürettiklerini görünür kılmak için kimi kanal veya araçlara yeterince sahip olamadığın için onları insanlara ulaştırmakla ilgili pürüzler de var. Tüm bunlar sadece müzisyenleri değil, eminim ki sanatın her alanıyla uğraşanları etkiliyordur. Benim müziğe karşı tutkum güçlü olmasaydı, muhtemelen bu koşullarda ben de devam edemeyebilirdim. Genelde bir denge bulmak peşinde oluyorum.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  How Far Can I Go

• İkinci albümün geç gelmesinin sebebi müzikal bir kuluçka süreci miydi yoksa subjektif bir problem mi?


İlk albümüm Bi Çîrokî için bir prodüktörün rehberliğinde, bir yapım müzik şirketiyle beraber işler daha konforlu ilerlemişti. O zaman pek tecrübem olmadığından böyle olması gerekiyordu. Ancak Kevî adlı ikinci albümüm için albümün tüm prodüksiyonunu üstlendiğim yetmiyormuş gibi hiçbir müzik şirketi ile anlaşma yapmadan bağımsız bir müzisyen olarak devam etme kararı aldım. Biraz yüklenmişim. Bir süre böyle olabilir ancak eğer müziğinizi insanlara ulaştırmak istiyorsanız tek başına olmaz bu işler, bir ekibinizin olması gerekir.


Üretim süreçlerinin gecikmesinin kimi başka sebepleri ise bazen başka şeylerle oyalanmam; bir işi iyi yapayım derken bu kez de onunla çok uğraşmam… Son zamanlarda kendimde daha çok üretme potansiyeli görüyorum. Yalnız, bunun için organize olmaya ihtiyacım var.


• Müzik, niteliksel ve niceliksel çeşitliliği yanında, akla gelebilen her sosyal bilim alanıyla ilgisi olan çok disiplinli bir karaktere sahip. Son zamanlarda sıkça sanat ve söylem olarak müziğin, yerel/ulusal kültürü yok eden, marjinal duruma düşüren veya dönüşüme uğratan kültür emperyalizmine dönüştüğünden söz ediliyor. Farklı(?) tarz benimseyen ya da deneyen müzisyenlerin “kendi kimliğinden uzaklaşmış, kimliğini kendini kendinden olmayanla özdeşleştirerek bulmaya çalışan” gibi eleştirilere maruz kalarak kültürel marjinallik içine hapsedilmeleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Nedir sizce müzikte kimlik ya da ait olma?


Böyle bakanlar oluyor maalesef. Burada atlanan bir şey var. İnsan donmuş bir heykel gibi hep aynı kalan bir varlık değil, bir çevre veya kültür içerisinde şekil alır. Kültür veya yaşadığımız çevre hep değiştiğine göre, ötekilere bakarak aynaladığımız yüzlerimiz, benliklerimiz aynı kalabilir mi? Sigmund Freud’un ego kuramı da bu bakımdan yanlış anlaşılmıştır. Aslında tek bir egomuz yoktur ve zaman içerisinde değişen, bazen birbirleriyle çatışan birden fazla benliğimiz vardır. Ego hakiki bir şey değil, hakikati perdeleyen bir maske ve bu anlamda pürüzlü ancak olmaması da delilik hali, “hiçlik”te dağılabilirsin!


Birden çok kimliğinin olması, çok güçlü tek bir aidiyetinin olmasından ruhsal açıdan daha sağlıklıdır. Çünkü, tek bir güçlü egoya sahip olmak bir şeye mecbur kalmak, ona mahkum olmak gibi bir şey. Bu durum, seni ancak senden farklı olan kimselere karşı anlayışsız, şiddete başvurabilecek kadar tahammülsüz, belki de bir ırkçı yapar. Bir insanın doğruları olabilir tamam, önemli olan katı olmamayı becerebilmek.



• Şarkılarınız arasında sizin için daha özel diyebileceğiniz bir şarkı var mı?


Bu soru bende “Çocuklarınızdan hangisini daha çok seviyorsunuz?” gibi tınlar. Bu nedenle karar vermem güç. Çünkü, üretim aşamasında hepsiyle de elimden geldiğince ilgilenmeye çalışırım. Bir cevap vermem gerekseydi “Birîna Reş” diyebilirdim belki. Bu şarkı, üniversite yıllarımda kendimle uzun uzun kaldığım geceleri hatırlatıyor. Benim sessiz çığlıklı dönemlerim. Yine de her bir şarkımda başka bir şey bulabilirim. Sound olarak kendinize hangisini yakın buluyorsunuz diye sorarsanız “Winda Me” diyebilirim mesela. Dîstopya’nın düzenlemesi, Gulhavîn’in adı…


• Dünyanın herhangi bir yerinde konsere / festivale çıkma şansınız olsaydı bu neresi olsun isterdiniz?


Şimdi İstanbul’da yaşayan biri olarak yaptığım müziğin dili Kürtçe olduğundan bazen deplasmanda hissedebiliyorum. Buna inanmak istemesem de her kapı bize açık olmayabiliyor. Bizim oralara gidince de bu kez yaptığım müziğin tarzını garipseyenler olabiliyor. Yine kaldık mı ortada!? Bence, benim sadece müzik tarzım değil, şarkılarımın konusu, içeriği de kimilerine değişik gelebilir. Bir dinleyenim “Mamostê tarzın akademiktir.” demişti.


Bir ara yabancı çevresi de olan ressam ve Kürt bir arkadaşım sık sık şarkılarımı paylaşırdı. Bir keresinde yabancıların müziğim ile Kürtlerden daha çok ilgilendiğini iddia etmişti. Avrupa’ya mı kaçsam?


• Klasikleşen sorularla bitirelim öyleyse: Yakın zamandaki projeleriniz nelerdir? Duyurmak istedikleriniz var mı?


Elimde biriken çok sayıda müzik projesi var. Kaydına başlayıp bitirmediğim şarkılar, söz ve müzikleri biten ama düzenlenmeyi bekleyenler, yarım kalan sözler, müzikler vs.


Bir de sözsüz bir albüm yapma düşüncem var, ancak nasıl bir konseptte yayınlayacağıma henüz karar vermedim. Bunun için öncesinde düzenlemeler ve kayıt denemeleri yapmam gerekiyor. Geçen yaz buna başlamak istiyordum ancak o kafaya girebilmek için öncesinde aradan çıkarmam gereken işleri bitiremedim. Dengepirtûkan (Kitapların Sesi) adlı Kürtçe bir sesli kitap aplikasyonu geliştirildi. Orası için bazen Kürtçe bir şeyler kaydediyorum. O şekilde okuduğum Hesenê Metê’nin bazı hikayeleri yayınlandı.


Son olarak, pek bahsetmediğim Türkçe diliyle yazdığım şarkılar da var. Ticari veya benzer herhangi bir kaygı ile yazdığım şarkılar değiller ki o yollara girmeyi henüz beceremiyorum. Öyle uğraşıp hadi Türkçe de olsun dediğim durumlar değiller yani. Doğal bir seyirde beliren şarkılar. Bir ara cesaret edebilirsem bir kaçını yayınlayabilirim.


Mihemed Şêxo’dan okuduğum gibi Leonard Cohen okumayı da seviyorum. Sevdiğim yabancı şarkıları konserlerimde daha çok okumaya başladım. Aklımdan ilerisi için İngilizce müzik yapan bir müzik grubu kurmak gibi şeyler geçiyor. Beraber aynı sahneyi paylaştığımız grup üyeleri başka başka milletlerden müzisyenler olduğunda bunu anlamlı ve heyecan verici buluyorum.


* Bu röportaj ilk olarak The Hall Kurdî adına Salomé Cizrawî tarafından yapılmış olup, aynı derginin 12. sayısında yayınlanmıştır.