Genel

Yalnız(lığ)ın E(v) Hali

Selamlar, nasılsınız? Hepimizin derdi tasası  var elbet. 3 ay ömrü kalmış adama 6 ay sonraya MR tarihi veren, 13 yaşında tecavüze uğramış kız için 7 yıl sonra ‘isteseydi karşı koyabilirdi’ kararı çıkarıp tecavüzcülerine ceza indirimi uygulayan, azılı katilleri baş üstünde tutup, sadece düşündüğü için insanları ömür boyu dört duvarın arasına koyan, insan hayatının bu kadar ucuz olduğu, şehirlerimizin viraneye döndüğü, aydın insanların, üniversite öğrencilerinin bodrum katlarında lav silahları ile yakıldığı bir ülkede neyin ve kimin adaletinden, sisteminden kime yakınacağımızı bilemezken, hangi yasayı, olayı eleştirmeye-haber almaya kalksak, interneti ulaştırma bakanlığına bağlayan bir düzen, her yeni site kapandığında makam arabasıyla zafer turu atıp, krallıklarında yemekli şölen verenler varken, umutsuzluğunu, adaletsizliğini, bu ülkenin ağırlığını bir gram hafifletmek için bir araya gelemeyip, şakalarla hafiflemeye çalıştığımız, sosyal sıkıntıları atmaya çalıştığımız bu mecrada biraz olsun nefesleniyoruz.


Seçimler, bitmek bilmeyen yorumlar, analizler… Bütün  -izm’ lerden fenalık geldi. Devrim bir süreç de faşizm gökten mi iniyor hey havar? Ne olması gerekiyor daha fazla? Tamam, devrim öngörülebilen bir şey değil, biraz okursan geçmiş bütün devrimler bunu doğruluyor. Misal, Rusya’da 1905 devrimi patlak verdiğinde Lenin kendi partisinin elemanlarını hücrelerinde uyuklamakla eleştirmişti. “Ne yapıyorsunuz o küçük hücrelerinizde, çıkın da sokakta neler oluyor bakın” demişti. Çok da haklıydı. Ama 1917 Şubat devrimini Lenin de dahil, hiçbir önder ve parti tahmin edemedi. Lenin, o günlerde Zürih’te felsefi çalışmalarına gömülmüştü. Troçki Amerika’daydı. Devrim en çok devrimcileri şaşırttı yani. Bizde devrim ve sol için yapılacak benzetme çok da üzerine yazmak gelmiyor içimden. Egolar çıkmazının adı, siyaset. Bilmiyorum, ruhumuz çürüdü.


Blogların acı amplifikatörü görevi gördüğünü düşünüyorum, yazmak iyi geliyor. Bazı bloglara bakıyorum, Ortodoks Kilisesi gibi temaları, iç karartan yazıları var. Havuzda suyun altında bir süre yüzdükten sonra çıktığın an vardır, nefes nefesesindir, her yeri dumanlı görürsün, onları görünce öyle hissediyorum. Hüznü seviyorum, hüzün gerçek, hüzün anne şefkati kadar sahici. Ama hayatı bu temelli inşa etmek çok zararlı. Hem ruha hem bedene. İnsanın yeni bir davranış kodunu bilinçaltına yüklemesi için otuz gün gerekiyor, ben demiyorum bilim insanları diyor. Kişi belirli bir davranışı bu süre boyunca devam ettirirse, davranış otomatikleşiyor; mutlu olma alışkanlığı, çözüm bulma alışkanlığı, eyleme geçme alışkanlığı, takıntısız olma alışkanlığı… Hepsi birer örnek. O yüzden melankolinin süreklilik kazanmaması daha hayırlı. Hayatın içinde her şey var, acı, neşe, hüzün… Hepsi de olmalı, az az. Fazlası zarar her şeyin sevginin de yalnızlığın da. Ben nereden geldim buraya? Yalnız(lığ)ın e(v) hali, bunaltıcı. Yüzüme vuran rüzgârı özledim, ağaç altında uzanıp kitap okumayı, sabah akan suda yüzümü yıkamayı. Bunlara alışınca şehir hayatı nasıl desem, çok kirli ve boğucu geliyor ve bir o kadar da yorucu. Bir söz vardı ya kimin hatırlayamadım şimdi, “Oturmak düz yazıdır, yürümek şiir.” diye, sahiden de öyle. Kendi yarattığımız hapishanelerde, kendi kararlarımızmış gibi gösterilen seçimler içerisinde boğulan zihnimizi ölüme terk ediyoruz. Hep bir şeyler eksik, her zaman…


Ali Ayçil’ den gelsin:

Eskiden dünyada, görünüşte dağınık ama iç dünyaları derli toplu insanlar vardı. Oysa şimdikilerin dış görünüşleri derli toplu ama iç dünyaları dağınık.
İnsansız kaldığımızda ruhumuzun yırtılacağını biliyoruz. “Yalnız kalmak istiyorum” demek için bile bir insana ihtiyacımız var. Bu yüzden ortak mekânlar oluşturup yan yana geliyoruz. Şakalar yapıyor, sırlarımızı anlatıyoruz birbirimize. Ama birden bir kurt düşüyor içimize. “Bir şey eksik” diyoruz. “Bir şey eksik ama ne?”…
Hevesle dokunuyoruz raflardaki yeni çıkmış kitaplara. Kitaplar okuyoruz durmadan. Bizimle hiç tanışmayan, bizi hiç tanımayan bir yazarın yolculuğuna eşlik ediyoruz; içimizde kocaman bir düş coğrafyası açılıyor. Ancak son yaprağı da bitirip, kitabı kapatınca, yapayalnız kalıyoruz o coğrafyanın ortasında. Bütün cümlelerin tamam, bir tek cümlenin eksik olduğunu hissediyoruz.
Düşünüyoruz, eksik olan ne?…
Ders çalışıyoruz geceler boyu. Dem tutması hiç eksilmiyor ocağın üstündeki çayın. Küllükler bir boşalıp bir doluyor. Okulu bitirirsek her şeyin yoluna gireceğine inanıyoruz. İnanıyoruz ki, şu koridorlardan, ay başında beklenen harçlıklardan, sıkıcı anfilerden kurtulduğumuzda her şey yoluna girecek. Okulun uzaması ödümüzü koparıyor neredeyse. Nihayet gülümseyerek bakıyoruz, duvarlara öylesine asılmış, buruşuk imtihan sonuçlarına. Yumruğumuzu sıkarak, “bitti” diyoruz, “işte bitti, şükürler olsun.” Fakat birden kaçıyor hevesimiz. Bir şeyin hiç bitmediğini, hiç bitmeyeceğini anlıyoruz. Kafamızı kurcalıyor bu eksilik. Bitmeyenin ne olduğunu soruyoruz kendimize hücumla. Hevesimiz kursağımızda kalıyor. Bir eksikle ayrılıyoruz koridorlardan…
Cebimiz para görürse, hayatın yoluna gireceğini düşünüyoruz. Kapılar aşındırıyoruz bu yüzden. Dil döküyoruz boyunları yağdan kaybolmuş, gözleri karanlık bir kuyudan bakan patronlara. Bütün becerilerimizi sıralıyoruz, beceremediklerimizi bile. Nihayet gözüne giriyoruz, bize kuşkuyla bakan ketum cebin. Müjdelerle koşuyoruz ev halkına, arkadaşlara. Herkese söz verdiğimiz ilk maaşla, yine herkese az buçuk bir şeyler alıyoruz. Kuyruğu doğruluyor böylelikle işimizin. Ama bir sabah işe giderken, o malum kuşku oyuyor içimizi. Asıl eksik olanın işimiz olmadığını, başka bambaşka bir şeyin eksik olduğunu hatırlatıyor uyuklayan belleğimize.Yırtınmaya başlıyor belleğimiz: “Bir şey eksik, ama ne?…”
Âşık oluyoruz o kocaman eksiği telafi etmek için. Geceler boyunca yıldızları sayıyoruz, uykumuza veda ediyoruz aşk için. Bütün çıkarcılığımız bitiyor aşk kapıyı çalınca. Gözlerimiz cennetten koparılmış bir parça gibi bakıyor hayata. Dilenciye merhamet ediyoruz mesela, cebimizi sebil gibi açıyoruz herkese. Herkesten bize dua etmesini istiyoruz: aşk için. Öylesine kırılgan, öylesine çaresiz bekliyoruz ki sevdiğimizi, gecikmesi akla hayale gelmedik endişeler doluşturuyor içimize. Ve şu hain endişe: Acaba aşk bitti mi? Birden bütün kalabalığın arasında onu görüyoruz. Yeniden dönmeye başlıyor dünya. Irmaklar yeniden akıyor. Göğsümüzde hesapsız bir ferahlık, “hoş geldin” diyoruz. Gelin görün ki günlerin cenderesine nasıl sıkışıyor bir yerimiz. Aşkın bile telafi edemediği bir şeyin eksik kaldığını kavrıyoruz dehşetle. Bitkinlikle soruyoruz: “aşk değilse ne?…”
Sonra annelerimize dönüyoruz yeniden. Dünyadaki en korunaklı sığınağımıza. Bütün yaşadıklarımızı, bütün yaşayacaklarımızı bir kenara bırakıp, onun ocağındaki aşı yudumluyoruz iştahla. Tam karşımıza geçip hevesle bizi seyrediyor anne. Göğsünden hayata uğurladığı kırlangıcı. Hevesi azalmasın diye, daha bir kocaman alıyoruz lokmaları ağzımıza. Gizli bir oyun başlıyor anneyle çocuk arasında. Çok iyi hatırlanan, çok eskilerde kalmış. Sonra yumuşak yataklar seriyor altımıza. Gece, bir girip bir çıkıyor odamıza merakla: acaba yorganı tekmeleyip üstümüzü açtık mı? Mahsus üstümüzü açıyoruz azcık; gelip nizama sokuyor yorganı, kafamızı yastığa gömüyoruz, yeşil yosuna sokulan kuğunun başı gibi. Ama birden, bizim aralanmasın diye can attığımız bir sorunun üstü açılıyor, yılan gibi kıvrılıyor yorganın içinde. İniltiyle dökülüyor ağzımızdan cümleler: “Allah’ım, bir şey eksik ama ne?…”
Sonra gelecek günlerimizi boyadığımız tablonun renkleri karışıyor birbirine. Hep kaçtığımız o soruyu soruyoruz kendimize:
   “Yoksa eksik olan biz miyiz?…”

Görüşmek üzere, kendinize iyi bakın.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Feleğin Çemberi ve Sericomyrmex Radioheadi