Felsefe, Genel

İnsan Yüzleri

HIYARLAR DEVRİM YAPAMAZ
Neden hıyarlar var dünyada? Yanıt basit: Dünya bir bostan. Peki, neden gülistân değil? Hiçbir zaman olmadı, belki. Kavga, güç elde etme savaşı, sahip olma kaygısı ile yaşanan çatışmalar. Ben merkezli, kültür merkezli, ırk merkezli dünya görüşleri… Yaşam kavgasının aman vermez zulmü altında ezilen insan, tarihi boyunca hıyarlığını inceltecek kültür ürünleri (sanat, bilim, din, düşünce alanlarında…) ortaya koysa da kendi yaşam alanını bostanların dışına çıkaramadı.

Giderek acımasız kapitalist düzenin yarışmalarla varolmaya çabalayan insanı, hıyarlığını geliştirdikçe daha başarılı olacağını düşünüyor. Hıyar olmayan ‘yırtık’ olmayan, atılımlar yapıp, yatırımlar geliştiremez. Hıyar değilseniz, bu düzende varolamazsınız. Hıyarlardan çıkıyor iş adamları. Hıyarlardan çıkıyor iktidarı ele geçiren insanlar. Saldırgan, atılımcı, iş bitiricilerin önemsendiği, değerli görüldüğü bir dünyada, hıyarlardan rahatsız olunmuyor. Hıyarlar el üstünde tutuluyor. Hıyarlar sınav kazanıyor. İşe giriyor. ‘Yukarılara’ doğru tırmanıyor. Politika, hıyarların oyun alanı olmuş. Dünya hıyarların dünyası.


Çevresel koşullardan, toplumsal, ekonomik, kültürel nedenlerden dolayı. Kaba, kendi kabalığını kabul edemeyecek kadar vahim bir gaflet içinde! Karanlık yanlarını fark edebilecek duyarlılıktan yoksun. Entel, bilgi küpü ama bilgisi iç dünyasına sızmamış. İç üzerine kitap yazıp, kendisini içinde göremiyor. Sözcük şaklatıyor. Felsefe yuvarlıyor. Bilgi kumkuması. Kibrinden, yüksek perdeden konuşmasından yanına varılamıyor. Ruhu kanıyor. Bakımsızlıktan iç dünyasını yaban otları bürümüş. Toplumsal, politik, ekonomik, kültürel çözümlemeler yapıyor. İçinden gelen sesleri dinlemesini bilmiyor. Kabalığı, hıyarlığı, yüksek düşünsel gücünden ve bilgisinden geldiği sanılıyor. Oysa, bilgisi ve düşünsel gücü, iç dünyasına ulaşamıyor. Hıyar böylece narşisist imgeler yaratıyor, kendisi hakkında. Bu imgeleri kendi sanıyor. Tapıyor bu imgelere. Bu, yarattığı kendi imgelerim ‘beslemek’ için, kendisini sevecek insanlar arıyor. Kimseyi sevemiyor.


Teknoloji ve bilimin hıyarlarla ilgisi var mı? Olmaz mı? Çağdaş bilim ve teknoloji, hıyarları besliyor. Model kurmaya, deney yapmaya, sınamaya, yanılmaya ayrılmış bir yaşamın gündeminde hıyarlık yok. Peki, kimin sorunudur, hıyarlar? Hepimizin. Hıyarlığını fark etmiş insanların.


Bütün dünya bostana dönmüş dediğimde elbette kendimi de azılı hıyarların arasında görüyorum. Sıkıntım, keskin Freudgillerden dostların sanabileceği gibi, bir ‘yansıtma’ sorunu değil. İçimin hıyarlığını dışa vurup, herkes hıyar demiyorum. (Biraz etkisi vardır elbette!) Hıyarlık, çağımızın en büyük sorunlarından biri. İlim irfan yoluyla, ‘hıyarsızlaştırma’ kampanyaları ya da eğitimleriyle tez elden giderilebilir bir ‘üst yapı’ sorunu değil! Bir yaşama sorunu. İnsan olma sorunu. ‘Sev’ denmiş, ‘say’ denmiş. Bunların ince yaşam durumlarına nasıl uygulanacağı bilinmiyor. Nasıl seveceğim? Kendisi olabilen, kendi yaşamına sahip biri olarak nasıl seveceğim? Biricik bir insan olarak, biricik sevgilimi, yaşadığım biricik ortamlarda nasıl seveceğim? Biricikliğimizi yaşayabilme, genel ahlâk ilkelerinin özel durumlarda gerçekleştirilebilmesi, yaşama ustalığı burada. Yaşama ufukları dar; kendisiyle karşılaşmamış, giderek kendisine hiç rastlamamış insanların dünyasında hıyarlaşma hızlanıyor. Güçleniyor.


Hıyarları önce dostlarımda gördüm. Sağolsunlar, bu konuda benim gözümü açtılar. Hıyarân diye bir kitap yazdım. Hıyarca yazılmış bir kitaptır. Sonra anladım ki ben de az hıyar değilmişim. Hıyar olmayanlara (gül mü diyeyim onlara?) rastladıkça yüreğim burkuldu. Hem kıvanç duydum, şükrettim, içimdeki sonsuzluğa: Hâlâ güzel insanlar var. Bu çirkin yaşam çarkının kirletemediği. Biliyorum, insan, hâlâ onlar var diye insan. Dünyanın yönetiminde yerleri yok. Belli etmiyorlar kendilerim. (Eski deyimiyle, ‘mahviyet mesleğine mensup’lar!) Hem içimin bir yerleri sızladı. Kalakaldım. Kendimin hamlığını görmekten.


Dostlarım, bana her gün bostanda yaşadığımı anımsatıyorlar: “Ahmet, sakın kendini gökyüzünde sanma, burası bostan. Burada gücü gücü yetene bir kavga, entrika, stratejik davranışlar, kullanma ve sömürme ilişkileri egemen. Burası, Platon’un göğü değil! Burası Epikür’ün bahçeleri, Stoa’nın aradığı ‘âsûde bahar ülkesi’ değil. Burası sana göre değil. Silâhların, ağır iş makinalarının, güneş gözlüklerinin arkasına ruhlarını gizleyebileceklerini sanan, kendine, dünyaya, geleceğe, doğaya, evrene karşı acımasız, kaba odunlaşmış insanların dünyası.


Elinde bastonu, iki büklüm yürüyen huysuz bir yaşlı adamın dünyadan yakınması değil bu söylediklerim. Teknoloji, birçok yaramızı sararken hıyar olma potansiyelimizi hızla arttırıyor. Bizden sonrakiler, belkide bizi şöyle anacaklar: “Yirminci yüzyılın sonları, yirmi birinci yüzyılın başları mı? Çok hıyar vardı dünyada, hem de çok”. Bir zamanların ‘Kahramanlar Çağı’ gibi, çağımız belki de ‘Hıyarlar Çağı’ olarak anılacak.


GARİP, GARİP DURUYOR HAYATIMIZDA!

Garipler her çağda azdılar. Çağlarındaki haksızlığı, zulmü, kabalığı anladılar. Hıyarları tanıdılar, onlara tahammül ettiler, anladılar. Garipler, tuhaf insanları olarak kaldı, çağlarının. Sınıflandırılamadılar. Saraydan da gelebiliyorlardı, sokaktan da. Bu dünyanın yabancılarıydılar; dikiş tutturamayanları. Elbette tutunamadılar. Her tutunamayan garip değildir ama, her garip, tutunamayandır. Zekâları, yetenekleri yetmediği için değil, yaşam mantıkları, bu dünyanın yaşam mantığına uymadığı için ‘dışarıda’ kaldılar. ‘Marjinal’ değillerdi. Marjinallik ‘entelektüel’ vıdı vıdıların kendilerine yakıştırdığı rütbeydi; entelektüel ise daha baştan garipliği yitirendir.


Garip, hasbî insandır, olduğu gibi olandır. Daha başka nasıl olunduğunu bilmeyen. Kendiliğinden: Öylece. Yalnızlığı belki ondandır. Yapayalnızdır. Çevresindeki insanlarla birlikte. İçine kapanık uyumsuz, suratsız biri gibi gelmez garip bana. İnsanlar arasında dolaşır. İşi gücü de vardır. Kravat bile takabilir. Kendini belli etmeyenlerdendir. Sıradan, basmakalıp görünür. (İsteyerek değil, görüntüsü makyaj değildir.) Bildiğini zorlanmadıkça söylemez. İkide bir kendini ileri sürmez.


Kendisiyle karşılaştığı için, kendisiyle diyaloğu, iletişimi, muhabbeti, hesaplaşması olduğu için hıyar insanın tam zıddıdır. Hıyarlar çoğaldıkça garipler azalır. Az oluşları elbette, hıyar nüfusunun artışı değildir, yalnızca. Garip, hıyarı, hıyar gibi göremez. Olgunlaşmamış, ham, sevilesi bir varlıktır hıyar. Garibin hıyarlarla bir zoru, bir derdi, bir alışverişi yoktur. Dünya bir gurbettir. İçinde gurbeti taşır garip. Hep yabanda, hep uzakta, hep bir başına, hep yapayalnızdır. İnsanları kırmamak için, istemediği görüntülere bürünebilir zaman zaman. Ticaretle uğraşabilir. Sporcu olabilir. Memurluk yapabilir. Hep iğreti durur, girdiği işlerde. Kendi gibi olanlara rastlarsa, yalnızlığını paylaşmak isteyebilir. Büyük beklentileri, hırsları, tutkuları olmadığı için, hayal kırıklıkları yaşamaz. Kendini terk eden, sözünde durmayıp onu aldatan dostlarının ardından ilenmez. Kızmanın anlamsızlığını bilir. “Bütün insanlar nankör”, “Herkes hıyar”, “Türkiye batıyor” demez. İyimserdir. Umudu, iyimserliği, ahlâkıdır onun. Evrenin, tüm çirkinlikleri, çelişkileri, haksızlıkları, sömürüleri, içine alıp, yeni soluklarla yeni canlar ortaya koyacak mucizeler taşıdığına inanır. İnsana güvenir. Güveni, çâresizliğinin son durağıdır. Evrendeki varoluş hırsının yarattığı hasarı bilir. Bilinçlidir. Bilinçsiz, garip olamaz.


Garip, elbette garip edebiyatı yapmaz. Açık oturumlarda, konferanslarda, televizyonlarda ‘garip’ üzerine konuşup, geçimini sağlamaz. Garip, garip olduğunu, ‘kendiliğinden’ bilir. Benim gibi entelektüel bozuntularının anlattığı gibi anlatmaz kendini. Çok satan kitapları imzalayan, ünlü insanlardan değildir.


Bu düzenin elinden nasıl kurtulmuştur? Kurtulmaya çalışarak! Düzenle, ‘garip’, bir uyuma girmiş göründükleri için, düzen onları fark edememiştir. Nara atıp, kavga etmedikleri; kendilerini, inançlarını, bilgilerini abartmadıkları; sevgilerin sıcaklığını duyup, hesabî yanlarını görmezden geldikleri; herkesi kendi farklılıkları içinde ‘öyle’ kabul ettikleri; içlerindeki sonsuzluğu keşfedebildikleri; sıradanlığı, basitliği, sığlığı, abartılmış bilgiçlikleri, kabalığı fark ederek, içlerindeki sonsuzluğu, dışlarındaki sonsuzlukla birleştirebildikleri; günlük tartışmaların, moda olmuş geçici görüşlerin, paranın (yoksuldur garip!), ünün, her türlü darlaştırıcı bağımlılığın uzağında kaldıkları için gariptirler.


Kendilerinden bakabilirler. Kendi pencerelerinden. Kendi varoluş zeminlerinden. Kavramlara bulanmış, yaşamda onlarla birlikte yaşamayan bilgileri, bilim adına, felsefe adına, teknoloji adına yapılan nice ukalâlıkları ince bir gülümsemeyle önemsemezler.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Hevokên Kurdî-Îngilizî yên Rojane

Garipler ne bankalarda yönetici ne yüksek düzeyde devlet memuru ne herhangi bir üniversitede akademisyen olabilir. Olmak istemezler. Elbette hiçbir gazetede köşe yazarı olmak akıllarından geçmemiştir.


Hiç garip gördünüz mü? Tarihte ve zamanımızda. Varlar. Belki bazılarımız onları uzaylı sanıp, taşlıyor olabilir.


MAHZUN


Hüzün ‘biz’e özgüdür. Osmanlı’nın yaşadığı, Cumhuriyet’te yaşamakta olan bir ruh durumudur. Batı dillerine, olanca derinliğini vererek çevrilebileceğini sanmıyorum. Hüzün, bir ‘ardından bakma’dır. Yaşanana. Yaşananın tortusuna. Yaşanmış gerçeklikle birlikte titreşmektir. Yaşanmış üstüne bir yoğunlaşmadır. Yaşanmışın yarı belirsiz değerlendirilmesidir. Kaçırılanlar, yanlışlıklar, acılar, çâresizlikler, geçip giden zamanın bir daha geri gelmeyeceği… Bir pişmanlık, derin bir melankoli değildir. Tutku, kızgınlık, nefret, öfke, coşku (geleceğe yönelik), yoktur hüzünde. Hüzün, gerçekliğin, geçmiş zaman dilimini, dingin bir tatla değerlendirme yaşantısıdır. Çığlık yoktur hüzünde, çılgın bir sevinç de. Hüzün, bir talep değildir. Bir beklenti. Bir doyurulması gerekli arzu. Hüzün, ‘olduğu gibilik’le çıkılan bir geçmiş yolculuğudur. Yaşanmışın belli bir ışıkla aydınlatılmasıdır. Turuncu bir ışıkla belki. Rengi, hüznü yaşayanın yaşadığına yönelik yorumundan kaynaklanacak ışıkla.


Hüzün, giderek seyrek yaşanır oldu. Gerçeklikle girdiğimiz bir ilişki türü olarak, nasıl yaşanacağını bilenlerin sayısı azalmakta. Mahzun insan, bu çağın insanı olarak görünmüyor. Çağımızda üzülen, bunalan, ‘depresyona’ giren insanların sayısı pek çok. Hüzünde, yaşanan sarsıntıların, tutkuların, sevinçlerin, tatların; sessiz, telaşsız, insanın iç dünyasında bir yerlerini sızlatan bir yorumu var.


Mahzun, garip değil. Garip, garipliğinin farkında değil; tıpkı hıyarın hıyarlığının farkında olmayışı gibi. Mahzun, puştun zıddı idi: Garipliğinin yarı bilincinde olan biri. Mahzun, garibin geçmişte yoğunlaşanı. Geleceğe kapalı değildir yine de. Geleceğin, gelip geçeceğini duyar. Hüzün, yaşanmış olandaki acı ya da sevincin arasındaki ayırım üzerine odaklanmaz. Yaşanmış sevinç dolu da olsa, bıraktığı tortu, hüzündür. Belki, sevinçlerin hüznü, acıların hüznünden daha yoğundur: “Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.” Sevinçlerin uçuculuğu, biricikliği, bir daha ‘aynı’ olarak geri gelmeyeceği… Yine de hüzün, umutsuzluğu, küsmüşlüğü barındırmaz içinde: Dünyadan vazgeçme, geri çekilme değildir. Hüzünde çok alttan alta işleyen bir sevinç bileşeni vardır. Üzüntünün kabalığını hüzne çeviren de bu sevinçtir. Yaşanmış önünde soğukkanlı bir tebessümle durabilmek! Sanki, “yaşanmış olan, sen neredesin bilmem ama, ne denli yüreğimi burkarsan burk, ben buradayım” deriz, hüzünde. Acı bizi savurmaz, sevinç hoplatmaz, öfke titretmez: Hüzün dingin bir ruh müziğidir: İçinde kıpırtılı sevinçler taşıyan. “Şöyle ya da böyle ne yaşadım ama!” Yitirdiklerimiz önünde, derin acıların hüzne dönüşebilmesi, bizim mahzunluk duyarlılığımızla ilgilidir. Hüzün, kabalığı, hesabı, kıskançlığı, çıkar hesaplarını kaldırmaz. Onlar gelince, o gider.


Geçmişe hüzün bakışı bir ‘ders alma’ bakışı mıdır? Değildir. Hüzün, ‘vaaz veren’, kürsüde ders notlarını okuyan bir öğretmen değildir. Hüznün öğrettiğini anlayabilmek, hüzün üstüne hüzün yaşamakla olur. Çifte hüzün, hüzünlenmenin hüznüdür. Hüzün, ‘kullanılacak’, yararlanılacak, sömürülecek bir yaşantı değildir.

Bir hâldir. Hâlde (stimmung!) gerçeklikle girdiğimiz ilişki sonucunda, gerçekliğin fark edemediğimiz boyutları çıkar ortaya. Hüzünde, gerçeğin diğer yaşantılarla tanıyamayacağımız ‘yüzleri’ görünür. Kendimizi bu yaşantıyla yeniden fark eder, yeniden keşfederiz. Düz bir ‘keşif değildir bu; hüzünle dönüşürüz.


Saldırganlığın, kabalığın, kurnazlığın, insanları kullanmanın egemen olduğu bir çağda, bir kendini geçmişe bırakarak, geçmişle dingin ilişkiye girme yaşantısı olan, içinde üzüntüyle sevinci birarada taşıyan hüzün ortalıkta görünmüyor.


Mahzun insan, savaşın, çıkar kavgasının, politik oyunların uzağındadır. Dünyanın çirkinliği, dünyadaki haksızlıklar, kalabalıklar ona acı verir. Bu acı, içindeki gariplikle birleştiğinde hüzne dönüşür. Garip, mahzun değildir. Garipliğini hüzünsüz yaşar. Mahzun insanın arada kalmışlığı, bir kıyısında garipliğin diğer kıyısında acıların, yaşam kavgalarının olduğu iki kara parçası arasında ağır ağır akan derin, geniş, sessiz bir nehir oluşundandır.


Hüzün şairleri, giderek kurumakta olan bu nehri canlandırabilecek şiirler yazabilecek mi? Yoksa hüzün, bir zamanlar hüzün diye yaşanan bir yaşantının hatırlanmasıyla ortaya çıkan ikinci dereceden bir duyguya mı dönüşecek?


HIŞIR: BİR HÜZÜN YOKSULU


İnsan aklının çok boyutlu yapısıyla, insan karakteri arasında ilişkiler var. İnsan aklının teorik, denetleyen, anlayan, şiirleyen, erotik, bağlanan, eleştiren akıllardan oluşturduğunu söylemiştim. Teknoloji yoğun çağımızda, bu akıllar, çevreden ve ortamdan gelen etkilerle, çeşitli insan ‘tip’leri ya da ‘karakter’i oluşturuyor. Çevre, fiziksel, toplumsal, ekonomik, kültürel özellikleriyle etkiliyor insanı. Ortamsa, düşünsel etkilerden oluşuyor.


Denetleyen akıl, diğer akıllarla uyumunu yitirip, kendi başına ‘büyümeye’, etkili olmaya başladıkça hıyarlar ortaya çıkıyor. Hıyar, yarışmacı, satışa, pazarlamaya dayalı kapitalist dünyanın insanıdır. Çevre ve ortam dünyayı bostana çevirmiştir. Çağımız, sayıları hıyara göre az da olsa, çeşitli karakterleri barındırıyor içinde. Benim ilgimi çeken, yazılarımda ele alacağım ‘tip’ler arasında şunlar var: Hıyar, Hışır, Hınzır, Ulu, Ermiş, Çelebi, Mahzun, Garip. Belli bir dizilim içinde verdim ‘tip’leri. Hıyar, Garip ve Mahzun’u anlatmıştım. Şimdi hışırlardan söz edeceğim.


‘Hışır’, kavun ve karpuz içinin sert kalan kabuk tarafı, olgunlaşmamış kavun karpuz anlamlarına geliyor. Elbette, bu anlamlarla birlikte kaba ve görgüsüz insan anlamı da var. Ben hışırı, bir ‘hıyar’ türü olarak görüyorum. Hışır, uyanık, anlayan, entelektüel hıyardır. Hıyar, kendinin farkında değildir. Hışır ise farkına varmıştır hıyarlığının. Bu farkındalığını örtmeye çalışır. Dâhiyane kılıflar bulur hıyarlığına. Hıyarlığını ‘estetize’ eder. Entelektüel biçim verir ona. Dinsel, psikolojik kılıflar da giydirebilir hıyarlığına. Düşlerinde hıyarlığını fark etse de, uyanınca hıyar olmadığını söyler. Ahlâklılık örneği kesilir. En büyük bilim adamı ya da en iyi dindar, en iyi vatansever, en iyi solcu, en iyi ressam, en iyi psikiyatrist, en iyi filozof, en iyi şair, en iyi sanatçı olduğunu iddia eder. Bilinç dışından gelen “sen aslında hıyarsın” tehdidini duymamak için çırpınır. Kitaplar yazar, yardım yapar, hacca gider, parti kurar, felsefeyle uğraşır, kendini spora verir. Çiçek yetiştirir. Kedi köpek besler. Sergi açar. Vakıf kurar.


Hıyar, derin çelişkiler ve çatışmalar yaşamaz. Düz yaşar, genellikle yaşamını. Hışır ise huzursuz ve acılıdır. Tasavvuftaki ‘nefs-i levvâme’ olan, ‘levm eden’, azarlayan nefsi, ona sürekli olarak acı verir. Hıyarlıktan kurtulmak ister, kurtulamaz. Kurtulamadığı için, çektiği acıyı dışına yansıtır, insanlara acı verir, zulmeder. Çok hassas, kırılgan biri olduğunu söyler, herkesi kırar geçirir. Kendini eleştiremediği için gözünü öteki insanlara çevirir, boyuna onlarla uğraşır. Hıyar gibi, hıyarca değil belki, daha ince, daha kurnazca uğraşır. Onlara acı verdiğini gördükçe, kendi çelişkilerinden, acılarından, çatışmalarından kurtulabileceğini sanır. Oysa, “sen hıyarsın” sesi, düşlerini karabasana çevirmektedir. Kendisiyle karşılaşmayı kabul etse, kendisiyle görüşebilse, bu depremi yaşayabilecek yürekliliği gösterebilse, yaşadığı sıkıntılardan kurtulabilecektir.

Hışır, Jungcu anlamıyla gölgesinden korkmakta, gölgesini ışığa taşıyabilecek atılımı yapamamaktadır. İçindeki çirkinliği dışarıya yansıtmakla kurtuluşu elde edebileceğini sanmaktadır. Yarı bilinçli bir hıyar olarak, dünyanın tadını çıkarabilmeyi, güç kazanmayı, saygın bir insan gibi değerlendirilmeyi istemektedir. Kendisine hıyar olduğunu hatırlatacak davranışlarla karşılaştığında, çok kızmakta, ısrarla asıl hıyarın bu hatırlatmayı yapanlar olduğunu söylemeye çalışmaktadır.


Hışır, tüm yarı bilinçliler gibi tehlikededir: Güvenilmez bir kişiliği, kolayca tersine çevirebileceği savları, sık sık mızıkçılıkla son bulan ilişkileriyle, kendisine acı veren gerçekleri kolayca çarpıtabilse de, dünya ona cehennemdir. Hışırlardan yaratıcı insanlar çıkarabilir, birçok bilim adamının, filozofun, sanatçının komutanın hışırca özellikleri vardır. Hışırın acısını, biraz tuhaf gelebilir ama, hüzün dindirebilir. Hışır, hüznü yaşayamayan biridir. Nasıl gariple hıyar iki zıt kutupta duruyorsa, mahzunla da hışır ayrı kutupların insanlarıdır.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Hesabi İnsan

HINZIRLAR


Teknoloji yoğun dünya değişiyor hızla. Akıl diye bildiğimiz, ‘tek’ olduğunu sandığımız gücümüz, bileşenlerine ayrılıyor: Ben yazılarımda adlarını anıp duruyorum, teorik aklın yanında denetleyen, anlayan, şiirleyen, erotik, bağlanan, eleştiren akıllar, ortak akılla düzenleniyor. Akıl bölünmesi ya da çoğalmasının ardında, farklı boyutlarıyla çeşitli insan tipleri oluşuyor! Bunlardan biri de ‘hınzır’ insan tipi!


Hınzır, zeki, çok zeki insandır. Zekâsı, onu seçeneklere, bulduğuyla yetinmemeye götürür. Kendisine öğretileni, verileni hızla kavrar, çerçevesini çizer kafasında. Bu çerçeveyi irdelemeye başlar, didikler. Sorgular.


Eski Yunan’da sofistler hınzırdılar. İnançsız hınzırlar! Her savı çıkar karşılığında savunabilirlerdi. Tartışmayı, araştırmayı bir oyun olarak görenlere, ‘hınzır’ diyemeyiz. Hınzır, bir hedefin, bir kaygının, bir inancın ardındadır. Sokrates bir hınzırdı. ‘Hakikat’in peşine düştüğü için! Toplumunun inançlarıyla yetinmediği, onları sorgulamayı seçtiğinden. Üstelik, kullandığı ironi, hınzırlığını pekiştiren bir özelliğidir: “Bilmiyorum” der, örneğin. Amacı, bildiğini sanan insanların, bilgi sanılarını çürütmek, onları araştırmaya itmektir.


Her araştırmacı hınzır değildir. Her aydın, her entelektüel, her bilim adamı, her sanatçı. Hınzır, çağından, çağındaki kültürel ve bilgi ortamından rahatsız olandır. Memnun, yetinen, hoşnut kalan, kabul eden, verileni irdelemekten kolayca vazgeçen hınzır olamaz.


Hınzır, zoru olandır. Derdi olan. Taklit eden, basmakalıp görüşler içinde kalakalan, memur zihniyetli insan, hınzır değildir. Basmakalıp insan kurnaz olabilir ama hınzır olamaz.


Benim hüsnü kuruntularımdan biri de hınzır olduğumu sanmamdır. Hınzır insanları severim. Onların seçenekli dünya arayışlarına vurgunumdur (örneğin, Feyerabend!, Nietzsche!). Hınzırın ahlâksızına domuz diyorum. Zekâsı dünyayı çabuk kavramaya götürür onları; düzenin zayıf yanlarını çabucak görüverir, bu zayıf yanlarından yararlanmaya çalışırlar. Ülkemizde bunlardan çok sayıda vardır. Bankaları, kurumları soyanlar, ticarette fark edilmeyeceğini düşündükleri hilelerle para kazananlar, hınzırın ahlâksızıdır. Bilim ve sanat alanlarında da ahlâksız hınzırlar vardır. Kurnazlıkla doktora tezi yazan, insan ilişkilerini başarabildiği için akademik merdivenleri tırmanan akademisyenler bu gruba girer. Zekâ ve kurnazlıkla, sanki ‘ustaymış’ gibi şiir yazan şairler var edebiyatımızda. Adı ünlüye çıkmış nice ahlâksız hınzıra her çağda rastlayabilirsiniz.


Hınzırları severim, domuza dönüşmemişlerse. Masum hınzırlar, dünyamızın kokuşmasını engellerler. Tez elden, basmakalıp, üstün körü çözümleri sevmezler. Hınzır, kuşkuyla bakar önerilere: Kandırılmaktan, aldatılmaktan korkar. Kuşkusu, sağlıksız bir kuşku değildir. Araştırmayı, yeniden gözden geçirmeyi sağlar.


Söylediklerimden, filozofun, saygın sanatçının hınzır olması gerektiği sonucunu çıkarabilirsiniz. Karşı çıkmam bu görüşünüze. Ben filozofun hınzırını, sanatçının hınzırını severim. Saf, çocuksu, tertemiz, pırıl pırıl olanlarına da (örneğin, felsefede Spinoza, bizim şiirimizde. Behçet Necatigil!) saygı duyarım, hayran olurum. (Örneğin, yine felsefede Husserl böyle bir masum, çocuksu filozoftur! Rausseau, Derrida hınzırdır! Nedense Einstein bana çocuksu yanlarına karşın hınzır biri gibi gelir!)


Hınzırın Türkçemizde olumsuz çağrışımları yok değil! Bu çağrışımların olumsuz etkilerini azaltmak amacıyla, bir hınzırlık ahlâkından, âdâbından söz edebiliriz. Hınzırlıkla, daha önce söylediğim gibi, kurnazlığı birbirinden ayırmak gerekir. Hınzırla domuzu. Hınzır, olumlu yorumuyla erdemli biridir. Çerçeveleri kıran, çerçeveler içindeki tutarsızlıkları fark eden, eleştiriyi, bakış genişliğini seven insanlardır.


Hınzırların zekâsı, teknoloji ve bilimin gelişiminde çok gerekli. Sakın yalnız bırakılmamalı. Hınzır insana, duygu zenginliği, bakış genişliği, sevgi coşkusu gerekli.


Hınzırlığımızı geliştirelim. Her insanın hınzırlık donanımı var. İnsan olma çabamızda, diğer yetilerimizle birleştirip, terbiye edilebildiğinde insanlığa katkısı olabilir. Yoksa, bu savımda da bir kurnazlık olmasın?


ÇELEBİ


 

Çelebi, tarihsel ve kültürel çağrışımları yoğun olan bir sözcük. Çağımın insanlarını tanımada, belli özellikleri olan bir grup insana ‘çelebi’ sözünü yakıştırmaktan çekinmiyorum. Garipler ve mahzunların yanında yer alırlar. Garipler kadar yalnız, mahzunlar kadar yoğun hüzün yaşayan insanlardan değildirler. Çelebilerin dikkat çekici özelliklerinden biri içtenliğidir. İnsanlara güvenmesi. ‘İnsan sıcaklığı’ ile dolu olması. İyimserliği. İyimserliği elbette, bilgi ve zekâ eksikliğinden kaynaklanmaz, duyarsız, kaba bir insan değildir çelebi. Eksikliklerinin, sorunlarının, yetersizliklerinin, perişanlığının, dünyanın gidişindeki haksızlığın farkındadır. Derinden derine duyduğu acı, ruhunun ‘çok diplerinde’ yaşanır. Çelebiyi hep gülümserken görürsünüz. Gülümsemesi yüzüne yapıştırılmış bir yama gibi durmaz. Çektiği acılar yaşam karşısındaki duyarlılığından gelir. Acıları onu güzelleştirmiş, sevimli kılmıştır.

Bir anlamıyla ‘acıların çocuğu’dur çelebi, oysa acıdan hiç söz etmez. Acı çekmekten övünen, karamsarlık, asık yüzlülük, saldırganlık şampiyonu ‘entellere’ hiç benzemez. Acının şirin kıldığı bu sevimli insan, uzatıverir avucunu avucunuza, tutmazsanız, kızmaz; anlar, geri çeker. Saldırganlık duygularını mizahın, sporun, dansın, müziğin yoğunluğunda eritebilmiştir. Öfkelenmez. Hınç duymaz. İntikam duyguları taşımaz.


Kendinden memnundur. Neden? Çelebi, yaşam enerjisini nereden alır? İnsan sevgisinden. Nasıl olup da insanları sevebilmektedir? Kendini sevebildiği için. Peki, neden kendini sevebiliyor? Çünkü güvenebiliyor. İnanabiliyor. Bağlanabiliyor. İnsanlara, geleceğe, kendisine güveninin ardında ne var? Hiç düş kırıklığına uğramıyor mu? Uğramaz olur mu? Bu denli duyarlı bir insanın, bağlanıp, kendini duygularına, düşüncelerine, inançlarına, sevdiklerine, söz verdiklerine adayabilen insanın, sık sık umutsuzluklara düşebildiğini, beklentilerinin gerçekleşmediğini gözlemleyebilirsiniz. Çelebi, bunca sıkıntıya, çileye katlanmayı bilendir. Neden? Sıkıntılardan kaçmadığı, onları kabul ettiği için. Yitirdiklerini görür, karşılaşır onlarla.


Çâresizlikleriyle muhabbete geçebilir: “Elbette, ben buyum. Artılarım ve eksilerimle böyle biriyim ben. Böyle biri olarak yaşayacağım. Böyle biri olarak gökyüzünün altında, yeryüzünün üstündeyim. Acılarımı bir paratoner gibi çeker, gökyüzüyle yeryüzü arasında bir köprü olduğumu duyarım. Acılarım yalnız bana özgü değildir. Diğer insanlarla birlikte yaşıyorum. Acılarım beni güzelleştirmek, olgunlaştırmak, beni yaşadığım dünyada öteki insanlara karşı daha sorumlu kılmak içindir. Bir anlamı vardır, başıma gelenlerin. İnsanlara daha yararlı olmak, daha güzel dünyaların kurulması için, çekilir bu çileler. Benim ve insanlığın çektikleri daha güzel bir dünyayı oluşturmak için adımlardır. Kişisel varlığımın bu evrenin bütünlüğü içinde kendi başına bir anlamı yoktur, ben herkes içinim, insanlık içinim. Acılarım insanlığa armağan olsun.”


Çelebi, kendi varlığının bir ‘aşama’ olduğunu düşünür. Gelişmeye, eleştiriye açık ruhu ile günlük dünya içinde, günlük dünyanın uzağındadır. Toplumsal ilişkileri başarabildiği için, siyasal, yönetimsel roller alabilir. İlkelerini içselleştirdiği için, ikide bir insanların yüzüne vurmaz. “Adalet, insan hakları, demokrasi, yüksek etik değerler, sanat, edebiyat, felsefe” gibi kavramları kullanmayı pek sevmez. Yaşar ve örnek olur insanlara.


Dünya görüşünü ve inançlarını da insanların yüzüne tokat gibi vurmayı sevmez. Çelebinin siyasal görüşlerini ancak eylemlerinden çıkarabilirsiniz. Çalışmayı sever. Sevmeyi sever.


Hınzırlardan farkı, sorgulamayı fazlaca sevmeyişidir. Sorgulamanın, irdelemenin, olur olmaz eleştirinin insanı geliştiremeyeceğini düşünür. Çelebi, eleştirilerini dolaylı olarak yapar, satır aralarında anlatır.


Gelecek korkum azalıyor, çelebilere rastladıkça.


ULULAR


Usta insan her zaman oldu. Bir işi iyi yapan, başaran, deneyimlerinden öğrenmiş, deneyimlerini aktarabilen becerikli insanlar. Her ustanın bir işi, bir becerisi var. Her beceri sahibinin ustalaşamadığını biliriz. Yetenekli olmak yetmiyor. Sabır, direnç, kararlılık, uzun yıllar yaşanan yaşantılardan devşirebilme gücü: Usta; yetenek, emek, bilgi ve aşkla varoluyor. Yeteneği olup da ne denli çalışırsa çalışsın alanında diğer ustaların görgü ve bilgilerine ulaşamayan, onları özümseyip, kendini geliştiremeyenin ustalığından kuşku duyarım. Kendi başına usta olunmaz: Diğer ustaların varlığından haberli olmak gerekir. Coşkusuz usta da olmaz, içinde yaptığı işe aşk duymayan. Usta kendini işine adayandır. Ustanın göbek adı ‘adamış’ olmalı ya da adayan, adamakta olan. Bıkkından, yorgundan, yılgından usta mı olur hiç?

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Anlamım Ne?

Virtüyözlük ayrı. İncelmiş, gergin bir ustalık. Tekniğin çok büyük bir emek, yoğunlaşma, elbette sıra dışı bir yetenek sonucu doruğa ulaşması. O yüzden çok az kişi ince ve üstün usta, yani virtüyöz olabiliyor. Takmak (obsesyon!) hâline gelmiş bir ısrar, inat, becerinin gerektiği alanda ruhsal, sinirsel, kassal, düşünsel) yapımızın diğer alanlarını kör bırakacak biçimde şiddetli bir yoğunlaşma. Virtüyözlere saygı duymamak olanaklı değil. Nedense içim ısınmaz onlara, kendilerini çok fazla gerdiklerini, kopacak denli inceldiklerini düşünürüm. Çağımız, teknolojinin katkısıyla, ilâçlar ve diğer yöntemlerle, belki genetik müdahalelerle bir alanda çok büyük, sıradan insanların ulaşmaları olanaksız becerileri olan virtüyöz insanlar yetiştirebiliyor.

Usta da, üstün ve incelmiş usta (virtüyöz) da, işlerini, yaşama zenginliklerini yitirerek gerçekleştiriliyorsa, diğer yanlarını kurutup bir tek yanlarını geliştirme tutkusuyla, gönüllerini yoksullaştırıyorlarsa, o ustalığın o insana yakışmadığını düşünürüm. Usta, bir insandır. Bir bütündür. Yaptığı işin dışında da ‘işi’ vardır: Yaşama işi. Bir alana sıkışmışlık, o alanda başarı da sağlasa, insan bütünlüğüne zarar verip, yaşamı kısıtlıyorsa, çok tehlikelidir.


Çağımız uzmanlık çağı. Her uzman, usta olamıyor, her ustada üstün usta (virtüyöz!). Ustalık elbette özendirilmeli, bir konunun uzmanının, beceri sahibinin yaşam için gerekli olduğu çok açık. Ustalar yol gösterecek bize, uzmanın sıradanlığını aşmış; çalışkan, yetenekli, bilgili, aşk dolu, sürekli olarak kendini yenileyebilen, her dem taze ustalar, yaşamımızın zenginliğidir.


Usta da zengin, ruh zengini olmalı diye düşünürüm. Einstein bir ustaydı; kör, sıkışık, dar bir usta değil, cıvıl cıvıl, çılgınlığını yaşayabilen erotik bir usta. Örneğin, Freud’un ustalığına yine Freudgil bir gözlükle bakmak gerek, sancılarla doludur.


Şöyle bir düşüm var: Hangi konunun, işin ustası olursanız olun, yaşama ustalığına da sahip olun. Bu önerime ‘düş’ diyorum, bir düşsel öneri belki ya da önerisel düş!


Kıskanç, ruhu azâp içinde ustalar vardır: Çırakları ve kalfaları, cehenneminde yaşarlar. Bildiğini bir türlü öğretmeyen, doğrusu püf noktalarını köşe bucak saklayan ustalarım oldu. Ne oldu peki? Onları sevmiyorum şimdi. Kendimi ne denli zorlasam da saygı duyamıyorum onlara. Elbette, kötü sözler söylemiyorum onlar için, hatta tersini yapıyor, övüyorum onları. Yüreğimin bir yerleri sızlıyor ama, bütün insan olamadıkları, iç insan, içten insan, özgür ruhlu olamadıkları için.


Başarabilselerdi, ulu olurlardı! Ululuk, dinsel, hamâsî çağrışımlarının dışında, bilgelik sahibi ustalara yakıştırdığım sıfattır. Yazık ki ulu ustalarım fazla değildi benim; çevremde azdılar. Yaşam koşulları, insan ruhunu buduyor, cüceleştiriyor. Dışarıdan bakılınca kocaman görünen insanların ruhları gelişmemiş kalıyor. Engin ruhlu, zengin iç dünyasına, yaşama rengine sahip aşk dolu ustaların, uluların hasretiyle yanıyor yüreğim.


Kunduracı, demirci, berber, iş adamı, yazar, akademisyen, herhangi bir konuda uzman, hele hele hekim, teknisyen ulular… Neredesiniz? Bana görünmediniz, benden önce gelenlere göründüğünüz gibi sonrakilere de görünün.


İnsanlığın yüz aklarısınız. Oradasınız biliyorum. Yaşıyorsunuz.


EREN


Hangi yaşamın erenleriyiz? Hangi yaşamın yolcuları? Nereye doğru yürüyoruz? Böyle sorular tuhaf mı geliyor size? Öyleyse gerenlerdensiniz. Durup yaşamınızı seyredecek, onu yeniden gözden geçirecek gönlünüz yok. “Sırası mı böyle soruların?” diyorsunuz belki. Peki, bu gerginlik niye? Neden geriyorsunuz kendinizi? Yaşamınızı? Günlük yaşamın sorunlarının örtüp, kararttığı gerçeklerin olabileceği hiç aklınıza gelmedi demek ki.


Öyle insanlar var: Efsânelerde, kutsallığın yoğunlaştığı destanlarda, din merkezli kültürlerde. Günlük yaşamın vıdı vıdısından, pılı pırtısının dışında anlam deren insanlar. Çağdaş dünyada da var. Erenler.


Yolda olduğunu fark edenler. Bir yere doğru yürüdüğünü fark edenler. “Yolda bir hedefe doğru yürümek” sözü, çoğunluk, dinsel öğretilerin yaslandığı anlatım kalıplarından. Erenlik, dinsel kültürün tekelinde değil ki! Evrenin gizlerine doğru yürümenin sınırsız, bitimsiz yolları var. Yürünecek yolların çeşitliliği, insan olabilmenin önemli olanaklarından. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin, bu dünyada varolabilmesinin, evrene sesini duyurabilmesinin o denli çok yolu var ki! Sorun, insanın bu yollar zenginliğini kavrayamayışında, kavrasa da gerçekleştiremeyişinde. Dönem dönem yaşadığı derin sarsıntılarda (savaşlar, doğal âfetler, salgın hastalıklar, yoğun siyasal cinayetler, zulümler gibi…) kendini çâresiz, yoksul olarak algıladığına tanık oluyoruz. O dönemlerin yolda olan, yolda yürüyenleri, yollar sunuyorlar birlikte yaşadıkları insanlara. Zenginlikler sunuyorlar. “Yollar bitmedi, çâre tükenmedi” diyorlar. İnsan yaşadıkça çâre hep vardır, ölüm de olsa.


Teknoloji, bir çâre arayışı idi. “Bitmedi daha, yürünecek yollar var, çözebiliriz” iletisi idi, insanın insana. Ölümle yaşam bitmiyor. Ölen bireyler, hattâ türler ölüyor, yaşam sürüyor. Yaşamı öldüremezsiniz. Bütün şiddeti ve dehşetiyle kayaların, lavların içinden çıkar gelir. Erenin demek istediği belki de odur: Yaşamın sunduğu olanakları tanıyalım ve yürüyelim. Yaşamak yolda olmaktır. (Felsefe, yolda olmaktır diyen, dayım Jaspers’in kulakları çınlasın!) Yolu, bindiği taşıtın yolu olarak anlayan çağdaş insana, yürüdüğü yolları anımsatmalı: Yürüyorsun. Yoldasın. Belediyelerin döşediği bu yaşam içine batmış yollarda değil, ötede bir yolda. Dünyan bu kadar değil, sen bu kadar değilsin. Yolunu tanı.


Yolunu tanıyıp yürüyebilene, yürümeyi göze alabilene ‘eren’ diyorum.


Neden ‘eren’? Nereye ermiş? Yol hangi yol? Belki de o bir ceren. Öylesine saf, yolunda yürümekten. ‘Ermiş’ değil, eren. Erememiş, ermeye çabalayan, ermeye, erişmeye doğru yürüyen. Döşenmiş yollardan değil. Hiçbir eren asfaltta yürümez. Erenin yolu arkasındadır. Önü yürünmemiş bilinmezliklerle doludur. Eren, izleyen, ardında giden değildir. Elbette kültürünün, toplumunun değerlerini tanır, sayar. Onları, onlara zenginlik getirecek biçimde yorumlar, onların yürüyeceği yeni yollar sunar.


Erenlere ne çok gereksinimimiz var! Sıkışmışız daracık yaşamlarımızda! Yaşamımıza temiz hava getirecek, pencerelerimizden içeriye taze kır havası dolduracaklar.


Kim olursan ol, eren ol! Böyle bir buyruk, belki hiçbir kitapta yazmıyor. Havalandıralım yaşamlarımızı. Daracık, sıkışmış, çoğu kez pis kokan. Yaşam var evrende. Yaşama dönelim. Yeni yollar arayalım. Yürüyelim. Erişmeye çabalayalım. Varamazsak, bir daha. Aynı yolu ya da yeni yolları. Yollar bitmez. Yaşamak yolda olmak demektir. Umut tükenmez. Sakın ola, umut dangalağı değiliz. İktidarın aldatmaya çalıştığı iyimser enâyilerden asla değiliz! Yol çetin. Yol zor. Ama hiçbir zulüm, hiçbir güç içimizdeki varolma aşkını ortadan kaldıramaz.


Erebiliriz. İçimizin özgürlüğü ile. Bilimle. Teknolojiyle. Kültürümüzün, yaşam biçimimizin olanca zenginliği ile. İnsanız biz. Tükenmeyiz. Yaşam tükenmez.


Tarih, tüketmeye çalışanların mezarlarıyla dolu.


Taze yaşamların, canlı düşüncelerin, heyecanlı duyguların erenleriyiz. Her iktidar bizden korkmalı. Yaşam adına hesap sorarız. Bilimden. Teknolojiden. Şiirden.


Yoldayız. Sakın ola, korkmayalım. Bir gün varacağız. Yaşamanın, has yaşamaların erenleriyiz.


Prof. Dr. Ahmet İnam’ın Gönülden Bilime adlı kitabınının 47-63 sayfaları arasındaki yazılarından alınmıştır; Hece Yayınları, Ankara, 2002.



Prof. Dr. Ahmet İnam