Genel, Misafir Ol Gel Bana

Antik Zamanların Hüznü

Beni kim ağlattı? Bir anda hüznün kucağında buldum kendimi. Ağrım var, baş ağrısı ama onun için değil gözyaşlarım. Uyuyordum, rüyalanmıştım, bitmeyecek gibiydi; rüyadan rüyaya geçmiştim. Her birinde uzun uzun ağlamalar… Uyanmaya çalıştım, çok denedim, olmadı. Sanki günlerce, haftalarca sürdü. Sonra göz bebeklerim yandı inceden, yumdum o vakit gözlerimi ve şimdi buradayım. Burada, hepinizin bulunduğu yerde ve zamandayım ama halen daha az evvel geçen günler veya haftaların izini taşıyor zihnim.



Anladım ki anılar birikmiş zihnimde antik çağlardan. O zamanlar içinde bir zaman doğranmışım gelişigüzel. Acı iyiden iyiye arttırınca etkisini, ağlamayı keşfetmişim. Sonra hep ağlamışım; salya sümük. Antik zamanlardı ve her şey çok eskiydi. Yenilemek istemişim o zamanlar kendimi ve her şeyi. Çok istemiş, çok da çabalamışım. Başaramayınca ağlamaya başlamışım. Vazgeçmişim o vakit doğranmaktan. Fakat bir zaman sonra tekrar eskiyi sevmek, eski eşyalara tutunmak istemişim; o da olmamış. Neyse işte, antik zamanlardı ve ben o zamanlardan geriye hiçbir şey bırakmadım ama rüyalandım işte yine.


İlacımı bırakmamalıydım belki de. Gerçi şimdi daha iyiyim. Fiziksel bir ağrı kaldı geriye; baş ağrısı. Geçecektir o da ama uyumamalıyım, antik zamanların hüznünü henüz atlattım çünkü. Şimdiye, şu ana, şu dakikaya döndüm. Sonrasını planlayamadığım bir zamana yani. Bugün ne yapacağımı bilmiyorum mesela. Üstelik bugünden sonraki her gün de bilemeyeceğim. Belki sonraki günler birileri benimle plan yapmak isteyebilir. Bunu düşünmek epey heyecan verici. Oyalanabilmek zamanın akışı içinde güzel şey. O zaman mazbut bir karaktere bürünebilir, güzelce dekore edilmiş bir kafede otururken kendimden emin bir tonlamayla kahve sipariş edebilir ve yanımda, yöremdeki o birilerinin saygılarını kiralayabilirim o an.



Peki ya sonra? Sonrası ölüme doğru dejavularla dolu bir akış. Bu kadar basit olmamalı diyenleri çok duydum, insan ve yaşadıklarının, ya da bir bütün olarak yaşamın kendisinin. Bir anlamı olmalıya işaret edip dururlar. Bunu ağızlarından düşürmeyenler ne zamandan beri anlam arayışı içindeydiler ki? Konmamışlar mıydı ki anlamlar dünyasının onları çoktandır bekleyen tekmil anlamlarına? Mirasyedi misali geçmişten bugüne aktarılanı sorgusuz sualsiz tüketirlerken bu filozofluk da neyin nesiydi? Yok oluşa kadar yolları var insancıkların. Oysa dokunan, duyan, eşyayı kavrayan ellerine bir kerecik çevirseler gözlerini ve üzerindeki kırışıklıklar ve bükümlere dalsalar uzunca, sonra o ellerle yüzlerini yoklasalar; ağızlarına, gözlerine, burunlarına, kulaklarına, saçlarına, boyunlarına; oradan da diğer bütün uzuvlarına uğrasalar ve bunu yaparlarken bir leşin kokuşmuş durağanlığında hissetseler varlıklarını, belki o zaman var olmanın bizatihi bir anlam barındırmadığını anlayacaklardır.


Ah şu öfkem; geçen zamanı zehir gibi içiren bana. Gerçi öfkesiz olmak istemezdim. Yanımda akıp durana, kendini oldurulduğu gibi var edene karşı bir hayalet geçirgenliğinde olmak varoluşuma karşı büyük haksızlık olurdu. Öfke, varlığın sevinç, mutluluk ve coşma halleri içindeykenki geçirgenliğinden daha somut, daha iradi ve daha ben burdayım diyen bir durum sanki. Öyleki öfkeli varlığın öfkelenilen durumla çatışmasından açığa çıkan kaosun rüzgarları öfkelenenin aynı zamanda kendiyle çatışmasını da sağlar. Durağan, barışçıl, sevimlilikten kokuşmuş varlıklardan çok daha dinamiktir öfkeli varlık. Ne kendi varoluşunu ne de ötekini olduğu gibi kabul eder.



Hem neden kabul etmeliymiş ki olanı olduğu gibi? Olan şeyin edilgenlikten uzak, salt bir oluş olduğu savunabilir mi? Tabiki hayır. Ben dahil her varlık olmaz, oldurulur. Varlık, içine sıkıştırıldığı oluştan haberdar olur olmaz öfkeyle dolmalı. Oluşu olduğu gibi kabullenen yazgıcı, huzur ve mutluluk mastürbasyoncularına ne demeli o zaman? İşte onlar kusacak hale getirenlerdir beni. “Bırakın efendim, herkes dilediği gibi yaşasın.” düsturuyla ortalıkta dolaşan ödünç akıllılarla çok muhattap oldum. Önceleri tartışmanın dönüşüm dinamiklerini harekete geçirebileceğine güvenim tamdı. Sonradan anladım ki çağın vebası bile isteye körlükle gelen “herkesin kendine göre bakış açısı var” cehalet kokulu cümleleri gerçek hesaplaşmalardan kaçınmanın bir yoluymuş.


Kendisiyle yapılan bir söyleşide hakikat bükücü “bakış açısıcılar”a karşı şöyle demişti Barbara Ehrenreich: “Doğru sözcüğünden vazgeçmeyeceğim. Ortada yalnızca bakış açıları olduğu görüşüne asla teslim olmam. Kölelikle ilgili bir hakikatin olduğunu düşünüyorum. İspanya’nın Amerika kıtasını fethetmesinin yarattığı soykırımın sonuçlarıyla ilgili bir hakikat var ortada. Ve şu güçlü sözcükten -hakikat sözcüğünden- vazgeçmek istemiyorum.”



Şurada bir kaç kelam yazarak kişisel tatminimi sağlamaya çalışırken bile politikliğime ne demeli peki? Her neyse… Bazen çağın vebasının ele geçiremediği bir benmişim gibi hissediyorum. Belki bu da zihnimin aldanış şekillerinden biridir. Fakat uzlaşma alanlarımın iyiden iyiye daraldığını söylemeden edemeyeceğim. Elbette bundan memnuniyet duymam söz konusu bile değil. Durumumu en ufak şekilde romantize ettiğimi farkettiğimde buna müdahalem gecikmiyor. Bir yandan Pyrrhon septikliğiyle yaşayadururken, diğer yandan onun kesin yargılardan kaçındığı tasasızlığına lanet okuyan bir yapıyı var ediyorum kendimde.


Sanki asıl belirleyici olan bilgiye ulaşırken, niyetten bağımsızlaşabilmek, böylelikle septisizmi gönül rahatlatıcılığına alet etmemek. Olabildiğince bundan kaçınırken, kendime ettiğim eziyetin boyutları da artıyor ve duygu durum krizleri içinde buluyorum kendimi. İşte o zaman varlığa olan nefretim kat be kat artıyor; mis kokulu çiçeklerden hoş bir akışla bana doğru taşınan, yüzümü narince okşarken, zihnimi uyuşturan kokulara boğan esintiye bile lanet okuyorum. Bazen sizin de aşka, yaşama, huzura davet eden şeylerden midenizin bulandığı oluyor mu? Sanırım gittikçe dibe batıyorum. Muhakkak bu sancının psikoloji lisanında kategorik bir tanımı vardır ve belki beni iyileştirecek yöntemler de çoktan keşfedilmiştir.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Hafız’dan Cizîrî’ye Şarap ve Aşk


Peki, memnun olur muyum iyileşmekten? Son zamanlarda sık sık bunu düşünüyorum. Tamam, ben de memnun değilim huzursuzluk girdabında boğulmaktan. Fakat, yaşamın aldatıcılığında boğulmak istediğimden de pek emin değilim. İçinde kendimi var etmeye çalıştığım durumun “makul” açıklamarla su yüzüne çıkarılıp güzelce çözümlendikten sonra içine bol miktarda yaşam sevinci pompalanarak kalan ömrüm daha yaşanılır bir hale getirilebilir belki de. Hatta geçmişe bakıp ne kadar iyi oldu, kurtuldum o psikopattan bile diyebilirim esenlikten boğulurken fakat o zamanda geçmişin çatışmacı ve üretken laneti uykularıma hücum edecek gibi hissediyorum.


Antik zamanların hüznünden geriye hiçbir şey bırakmadığımı düşündüğüm an, yapay huzurum en azından rüyalarımda baltalanmayacak mı? Kendimi uzun süredir huzur dolu bir yaşamın koynuna bırakmışken, bir gece kan, ter içinde uyanmak var. Bana doğru yaklaşan bir başka ben, hafifçe kulağıma eğilip “S..erler, bu sen değilsin; sen bensin, olan şey ise benden başka bir ben, vazgeç ondan ve antik zamanların hüznüne geri dön.” der ve ben tekrar varlığımın ağırlığı altında ezilirim.


Sanırım yazma ve anlatma isteğim, bir çeşit pespayelikten kurtulma aracı, zihnimi çıplaklaştırma isteğimin tezahürü. Oturduğum kafenin sokağından, hemen sağ tarafımdan geçen insanlara gözüm takılmasa bu çıplaklığı en saf haliyle yaşayabileceğimden hiçbir şüphem yok. Dikkatim bir bütün olarak olana yönelmiyor fakat bu bile “ben”i algılayışımı epey zorlaştırıyor. “Ben”; bütünün sadece küçük bir parçası, bir toz zerresi, akıp gidende savrulan bir yaprak hafifliğinde, “oluş sebebinden” epey uzaklaşmış bir yağmur tanesi… Etkide bulanamadığım her şey, olabildiğince benden bağımsız, ben ise beni etkileyenlerde boğulan bir garip varoluşum.



Bu garip varoluş, ona servis edilen bitki çayını midesine doğru akıtırken, kendinde ve olan her şeyde bir şeyleri mi arıyor peki? Ben olsam, benim için arayışta demezdim. Arayışta olan, olsa olsa bulabileceği bir şey olduğuna inanandır. Oysa ben, özü reddettiğim an aramaya ve bulmaya dair hiçbir şey bırakmadım içimde. Sadece, olma durumunun sonuçlarını yaşıyorum. İçine sıkıştığım bedende olma durumunun sonuçlarına, zamana ve diğer oluşlara maruz kalıyorum. Belki de tüm bunlar beni yaşamda tutan şeylerdir fakat yine de beni yaşamda tutan her şeyde bir şekilde Antoine Roquentin’in bulantısını buluyorum. Yaşatan, yeşerten, nefes aldıran her şey mide bulandırıcı fakat itiraf etmem gerekir ki ölmekten de çok korkuyorum. Onu düşünürken beynim uyuşuyor, bedenime yabancılaşıyor, hiçbir şey düşünemez ve yapamaz hale geliyorum.


Sanki yaşam, onu beklerken vakit öldürdüğümüz bir oyalanma alanı gibi. Bundandır ki tekrar edip duran her şey, benim için kıymetsizleşiyor, benlik algım ağırlığını kaybediyor ve zamanla yazarak kendiyle dertleşen biri haline dönüşüyorum. Yaşam, apaçık ölümün bekleme odasıyken nasıl onunla bütünleşilip, vazgeçilmez bir bağ kurulabiliyor? Bunu anlamak epey güç.


Bir süre sonra, bu tarz bir meram anlatıcılığı da tatmin etmemeye başlıyor. O zaman yazmayı bırakmalı ve çakılıp kaldığım şu konforlu koltuktan kalkıp biraz yürüyüş yapmalıyım. Ama nereye? Dalından erkence yere düşen bir meyvenin çürümeye doğru giderkenki çaresizliğinde ve zamanın eskiticiliğine maruz kalmış bir taşın toprağa gömülüşünde bulduysam kendimi, devinimim neye yarar? Şimdi çıkıp, üzerinde yürünmekten aşınmış şu beton zeminli sokağın ortasında öylece dursam, sonra sağımdan solumdan yürüyüp geçenlerden birinin arkasına takılsam, duracağı yerde dursam, yaptığı şeyi yapsam, öğrenebilir miyim ondan nasıl yaşanırı? Bir gün onun da benim de yok olacağımız gerçeği apaçık önümdeyken, yine de tutunabilir miyim şu anda gerçekleşene?



Varlığım, antik zamanların hüznüyle karışıp beni meram anlatıcılığına hapsetti. Artık kaçınılmaz olanı yaşıyorum ve bu şekilde zavallılığın vücut bulmuş haline dönüştürüyor beni bu hüzün. Kulaklarıma doğru usulca akan şu müziğin naifliği olmasa akıntıda sürüklenen bir ağaç parçasından veya eriyip yok olmaya doğru yere düşen bir kar tanesinden farksızlığımı yazar dururdum ama şimdi müzik zamanı… Melodiler, beynime gömülü karanlık kesitlerle dalaşıyor ve adeta bir savaş alanına dönüyor zihnim. Anın kandırıcılığıyla güçlenmiş fakat; şu an sadece silik gölgelere dönüşmüş, beni ağlatan ve antik zamanların hüznüne çeken kesitleri gömüldükleri yerlerden çıkarıp bir bir ifşa ediyor o melodiler.


İşte şu an, her şeyi hatırlıyorum. Neden ağladığımı, içimdeki katlanılmaz sancıyı başlatan sebepleri… Sanırım onu kaybetmenin değil, tutunacak küçücük de olsa bir hakikati kaybetmenin yasına gömüldüm. Yine de bu kadar tepki vermemeliydi şu acınası zihnim. Ama etrafını çevreleyen kuraklığın farkında olan bir bitkinin, kavurucu sıcak bir çölde yeşermeye çalışışına nasıl kayıtsız kalabilirdim. Her seferinde kaçınılmaz bir şekilde varlığının güzelliğinden keyif aldığım biri oluyor ve yine o biri gün aşırı yaşam “ilüzyonuna” hapsoluyor çaresizce. Acaba yaşamaya mecbur olduğumuz için mi kendimize büyülü anlar yaratmaya meylediyoruz?



Kendimizi iyi hissettiğimiz anları sevedururken oluşturduğumuz biricikliklerin sonunda nelere sebep olduğuna dönüp baksak bir de… Anladım ki iyi hissedişlerimiz antik zamanları yarattı. Antik zamanlarda köleler ve efendileri vardı. Her şey çok eski ve hüzünlüydü. Biz, o zamanlar efendilerimiz tarafından kıyılırken yaşamayı öğrendik, sonra yenilemek istedik herşeyi. Başaramadık ve halen aramızda dolanıyor o iyi hissetirici, rüyalarımızı kabuslara, hakikati ise mutluluk yanılsamalarına hapseden efendiler…

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Anlamım Ne?

kolektifmendebur.com


* Tablolar Ciwan Ayaz‘a aittir. Ciwanart sayfasından takip edebilir, ulaşabilirsiniz.