Korkoro, Pasajlar

“Ben bayağıyım ama yazdıklarım öyle değildir.”

Kalabalıklarla sanatçılar arasındaki o gerilimli alanda gezinen duygular, sanırım, kolayca tarif edilemeyecek kadar karmaşıktır; kalabalıklar hem hayranlık duyar hem küçümserler, hem sever hem kızarlar, hem beğenir hem kıskanırlar, hem çok akıllı bulur hem çok saf olduklarına inanırlar.


Sanatçıların, taklit edemeyeceklerine inandıkları yaratıcı yeteneklerinden çok, onların toplumun kurallarıyla sık sık çatışan bağımsız kişilikleriyle ve davranışlarıyla ilgilenirler; onların vahşiliğe yaklaşan özgürlüklerini kısıtlamaya, onların her türlü sınırlamaya başkaldıran öfkelerini evcilleştirmeye uğraşırlar; onların eserleri kadar davranışları da tehlikelidir çünkü; bütün kuralları reddederek başarılı olan biri, kendi varoluşunu kurallara gösterdiği itaate bağlamış insanları kuşkuya düşürür.


“Yaratıcılığın bize benzemiyor, ama hayatın bize benzesin.” derler, bunu dediklerinin bile farkına varmadan. Yaptıkları bizim yaptıklarımızdan farklı olan birinin hayatı nasıl bizim hayatımız gibi olabilir sorusunu da sormazlar. Ve onlara hayali misyonlar yüklerler. “Siz topluma örnek olmalısınız” derler, “ahlaklı olmalısınız, dürüst olmalı, iyi kalpli olmalı, efendi olmalı, saygılı olmalı, mütevazı olmalısınız.”



Bunlardan hiçbiri olmaz elbette. Sanatçılar düzenin değil, kaosun çocuklarıdır. Bir hortlak sürüsü gibi hem hayatı herkesten daha iyi görüp hem de hayata herkesten daha yabancı olarak dolaşırlar; birilerine iyilik olsun diye değil, doğuştan sahip oldukları hastalıkları, eksiklikleri, acıları tedavi edebilmek için yaratırlar. Katiller, hırsızlar, düzenbazlar, sahtekârlar, hainler, vefasızlar, dolandırıcılar, jurnalciler, casuslar, korkaklar, yalancılar, kokainmanlar, alkolikler, gösterişçiler vardır aralarında.


En saygıdeğer olanlarından biri Victor Hugo‘dur; onun da, özellikle yazarken azgınlaşan cinsel iştahını bastırabilmek için karısı, metresi, hizmetçisiyle art arda seviştiği söylenir; en saygıdeğerlerinin hayatı bile sizin kalıplarınıza sığmaz. Neredeyse bütün ışıklarını yarattıklarına yansıtmışlardır, hayatlarına yalnızca karanlıkları kalmıştır. Onları kendi ölçülerinizle sevemezsiniz. Onlara değebilmek için size benzer yanlarını ararsanız, bulamazsınız.


Mozart’ın hayatını anlatan Amadeus piyesinde, Mozart cırtlak sesiyle sarayın içinde kızları kovalarken kralla karşılaşır, üstünü başını biraz düzelttikten sonra şöyle der kendisine şaşkınlıkla bakan krala: “Ben bayağı biriyim ama yazdıklarım öyle değildir.”


Mozart’ı, Beethoven’i, Wagner’i bir insan olarak sevmeye uğraşırsanız zorlanırsınız; onları ancak müzikleriyle sevmek mümkündür. Wagner’in hayatını anlatan bir belgeselde, müzik anlayışını temellerinden sarsan bu tuhaf dâhinin karısı Cosima’yla ilişkileri için sunucunun söylediği sözü unutmak pek kolay değildir: “Wagner’le Cosima çok iyi anlaşıyorlardı, Cosima, Wagner’i seviyordu, Wagner de Wagner’i seviyordu.” Kibirli, küstah, saldırgan, bencildirler genellikle.



Ama birkaç defa adam vuran Villon’u katil diye, Genet’yi hırsız diye, Defoe’yu sahtekâr diye, Dostoyevski’yi kumarbaz diye, Balzac’ı dolandırıcı diye, Pound’u hain diye, Baudelaire’i kokainman diye, Poe’yu alkolik diye, Marlow’u jurnalci diye, Ehrenburg’u casus diye, Michlangelo’yu bencil diye, Hamsun’u faşist diye sanat dünyasından dışlayıp onları tarihin paryaları diye lanetlemeye kalkışırsanız, onların değil sizin hayatınız eksilir.


Onların kişilikleri saygıdeğer değildir belki ama insanlık onların eserleri sayesinde saygıdeğer olmuştur. Onlar sizden biri değil. Sizin bilmediğiniz bir karanlığın çocukları onlar, sizin bilmediğiniz bir acıyı çektiklerinden öfkeli ve isyankârlar, hayatın çeperlerine sığmayan kanatlarıyla ne bu hayatı bırakıp gidebiliyorlar ne de bu hayatın içinde yaşayabiliyorlar; gerçek yüzleriyle sevilmeyeceklerini bildiklerinden, çalışma odalarında, atölyelerinde, stüdyolarında sürekli yeni yüzler yaratıp duruyorlar size göstermek için, ama insafsızsınız; yarattıkları bütün yüzleri bir yana itip en arkadakini, saklananı, gösterilmeyeni görmek istiyorsunuz.


İstediğiniz, sizden başka türlü yaratılmış olanların zaaflarını bulmak, kanatlarının arasına yerleştirilmiş kamburları saymak, sonra da sanki kanatlan yokmuş gibi onların yalnızca kamburlarını söylemek: “Bak işte kamburları var.” Var. Çok kamburları var. Onların hepsini sizden önce saydı onlar.


Henry Miller karısını satmıştı. Siz karınızı satmazsınız, sanmam. Ama onun gibi de yazamazsınız. Peki, asla cevap vermeyeceğiniz şu soruya ne dersiniz: “Onun gibi yazabilmek için neyi satardınız?” Hiçbir şeyi satmazdınız, onun gibi yazmak umurunuzda bile değil, namuslu, dürüst olmak istiyorsunuz, ‘pezevenk’ olmak istemiyorsunuz. Olmayın. Miller de yeteneksiz olmak istemiyordu.


Sanatçıların gerçek yüzlerini sevmezdiniz, onlar da biliyor bunu, size yeni yüzler yapıyorlar işte, onları sevin diye müzikler, kitaplar, resimler, heykeller yaratıyorlar, bir çocuk gibi getirip gösteriyorlar, biraz alkış, biraz sevgi istiyorlar. Amadeus’ta. Mozart’ın dediği gibi: “Ben bayağıyım diyorlar ama yazdıklarım öyle değildir.”


Bugün, kendinize ait olduğunu sanarak tekrarladığınız birçok kelimenin, cümlenin, anlatımın altında onların imzası; yaralı bir canavar, çirkin bir ucube gibi saklandıkları odalarında yarattıkları eserlerin esintileri bulunuyor. O adamları öldürmek, onları yok etmek mi istiyorsunuz? Yok edin isterseniz onları, öldürün, parçalayın. Ama o zaman dilinizi, sözcüklerinizi, cümlelerinizi kaybedeceksiniz. Onlar saygıdeğer de değillerdi ve hâlâ değiller. Ama onların yaşamadığı, var olmadığı, gizli odalarında acı çekmediği bir hayat da saygıdeğer olamıyor.


Onlar karanlıkların çocukları. Ve onları yok ettiğinizde, ne garip, hayatın ışıkları kayboluyor.


Ahmet Altan, Kristal Denizaltı, sayfa 65-70.


İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Helbling’in Hikayesi