Edebiyat, Pasajlar

Niçin Yazmayı Denemiyorsun?

Yazmak, diye düşünüyordum, iradeden yoksun bir eylem olmalı. Söylenecek şey, derin okyanus akıntısı gibi kendiliğinden akıp çıkmalıdır yüze. Yani yaşamın biriktirdiği zehiri atmak için yazar insan. Masumluğunu yeniden elde etmeye çalışır, oysa (yazarak) yapmayı başarabildiği tek şey, dünyayı kendi yanılgısının virüsüne karşı aşılamaktır. Hiç kimse kağıt üstüne tek sözcük dökmezdi, inandığı şeyi yaşamaya cesareti olsaydı. Daha kaynağındayken sapıyor esini. Yaratmak istediği, bir gerçeklik, güzellik ve büyü dünyasıysa, niçin milyonlarca sözcük koyuyor bu dünyanın gerçeğiyle kendisi arasına? Öbür insanlar gibi üne, kuvvete ve başarıya kavuşmak için değilse, niçin erteliyor eyleme geçmeyi? «Kitaplar insanoğlunun ölmüş eylemleridir» demiş Balzac. Gene de, gerçeği görmüş olmasına karşılık, kendisini elde eden şeytana bile bile teslim etti meleği.



Bir yazar da bir siyaset adamı ya da başka bir şarlatan kadar alçakça halkı kazanmaya uğraşır; nabza göre şerbet vererek, reçete yazan hekim gibi kendine bir yer kazanmaya, bir kuvvet olarak tanınmaya, bütün yaltaklıkları kabul etmeye bayılır, bin yıl arkadan gelse bile. Hemen kurulabilecek yeni bir dünya istemez, çünkü bunun hiçbir zaman işine gelmediğini bilir. Kendisinin, ipleri kendisinden çok öte güçler elinde olan taçsız bir kukla yöneticisi olacağı, mümkün olmayan bir dünya ister.


Memnundur uydurma simgeler dünyasında gizliden gizliye hüküm sürmekten. Çünkü kaba ve acımasız gerçeklerle yüz yüze gelmenin düşüncesi bile ürkütür onu. Doğru, öbür insanlardan daha iyi kavrar gerçeği ama bu üstün gerçeği örnekler zoruyla dünyaya kabul ettirmek için hiçbir çaba göstermez. Doygundur yalnızca öğüt vermekten, felaketlerin dümen suyunda sürüklenmekten. Ölüm vıraklayan bir peygamber, her zaman onursuz, her zaman taşa tutulan bir peygamber, görevlerine yakışmasa da dünyanın sorunları için sorumluluk yüklenmeye hazır ve gönüllü olanların her zaman sakındıarı bir peygamber. Gerçekten büyük olan bir yazar yazmak istemez; içinde imgelemin yaşamını yaşayabileceği bir dünya olmasını ister dünyanın. Kâğıt üstüne koyduğu ilk titrek sözcük yaralı meleğin sözüdür: acı.



Sözcükleri kağıda dökme süreci, uyuşturucu madde almakla birdir. Elinin altında büyümekte olan bir kitabı görerek büyüklük kuruntusuyla kabarır yazar: “Bir fatihim ben de, belki de en büyükleri! Benim günüm geliyor. Tutsak edeceğim dünyayı sözcüklerin büyüsüyle.” Et cetera ad na useam. Bu cümlecik -Niçin yazmayı denemiyorsun?- başından beri umutsuz bir şaşkınlık batağına sapladı beni. Şarkı söylemek istiyordum ama tutsak etmeden; daha büyük, daha varlıklı bir yaşam istiyordum ama başkaları  bunu ödemeden; bütün insanların imgelemini hemen özgürlüğe kavuşturmak istiyordum, çünkü bütün dünyanın desteği olmadan, imgesel bir biçimde birleşmiş, bütünleşmiş bir dünya olmadan, imgelemin özgürlüğü “kötülük” olur. Tanrı’ya (per se) ne kadar saygım yoksa yazmaya (per se) da o kadar saygım yok.


Hiç kimse, hiçbir ilke, hiçbir fikir kendi başına anlamlı değildir. Her şeyde, Tanrı’da bile anlamlı olan tek şey bütün insanların kavrayabildiği kadardır ancak. İnsanlar, dahinin sonu için endişe ederler her zaman. Ben hiç endişelenmedim dahi için: deha, insandaki dehayı gözetir. Duyduğum endişe bir hiç olan insan içindi hep, itiş kakış arasında yitip gitmiş, varlığı bile fark edilmeyecek kadar olağan, her yerde görülen adamlar içindi. Bir deha bir başkasından esinlemez. Başka bir deyişle, bütün dehalar birer sülüktür. Aynı kaynaktan beslenirler: yaşamın kanını emerek. Dahi için en önemli şey kendini işe yaramaz kılmaktır, herkesin katıldığı akıntıya karışmak, bir ucube değil, bir balık olmak için yeniden. Yazmak eyleminin bana sağlayacağı tek yararı beni öbür insanlardan ayıran farkları ortadan kaldırmak olacağı sonucuna vardım. Yabancı bir nesne, yaşamın akışından ayrı, onun dışında kalan bir nesne anlamında bir sanatçı olmak istemiyordum kesinlikle.



Yazmanın en iyi yanı sözcükleri art arda dizmek, tuğla üstüne tuğla yığmak işi değil, bundan önce gelen işlerdir; sessizlik içinde, her türlü  koşullar altında, düşte olduğu kadar, uyanıkken de yapılan kazma kürek işidir. Kısacası, gebelik süresidir. Kimse başlangıçta söylediğini yazmaz hiçbir zaman: ınsan yazsa da yazmasa da, sürekli olarak oluşan özgün yaratış, kaynağı ilk fışkırmayla baş<span;>lar: Boyutu, biçimi, zaman öğesi yoktur. Doğum değil yaratış olan bu hazırlık döneminde yok olmaz silinen şeyler: Zaten orada bulunan bir şey, anı gibi, madde gibi, Tanrı gibi bozulması mümkün olmayan bir şey derlenir toparlanır ve onun içinde insan incecik bir dal gibi savurur kendini selin içine. Sözcükler, cümleler, fikirler, ne kadar içten ve ustaca olursa olsun, şiirin en çılgınca atılışları, en derin düşler, en aldatıcı görüntüler, iletilmesi mümkün olmayan bir olayı kutlamak için acı ve üzüntüyle kazılan kaba hiyerogliften başka bir şey değildir. Akıllıca düzenlenmiş bir dünyada, böyle mucize türünden olaylan kağıda dökmek gereği olmazdı.


Gerçekten de hiçbir anlamı olmazdı, çünkü  insanlar durup düşünselerdi, gerçeği elinin altında olan bir şeyin yapmacağına kim bakardı? Sözgelimi, kim Beethoven dinlemek isterdi, Beethoven’in kaydetmek için onca uğraştığı o vecd armonileri deneyini kendisi de tadabiliyorsa? Büyük bir sanat yapıtı, bir şey başarabiliyorsa, o da, akıcı ve anlaşılmaz olanı bize anımsatması, ya da şöyle diyelim, onun düşünü kurdurtmasıdır. Akıcı ve anlaşılmaz olanın: evrenin demektir bu. Evren anlaşılmaz, yalnızca kabul edilebilir ya da edilemez. Kabul edilirse, yeniden canlandırır bizi bu, edilmezse yok oluruz. Varlığı ne anlama geliyorsa, kendisi o değildir: Daha fazla bir şeydir hep, bu konuda son sözün hicbir zaman söylenemeyeceği. Yaşamamızın her gününde yadsıdığımız şey için duyduğumuz aşkla ona yakıştırdığımız şeylerin hepsidir.

İLGİNİ ÇEKEBİLİR:  Shakespeare'nin Othello'su ve Othello Sendromu


Bütünüyle kabul etsek kendimizi, açlıktan ölürdü sanat yapıtı, daha doğrusu bütün sanat dünyası. Her birimiz, günde en az birkaç saat ayaksız yürüyoruz, gözler kapalı, yüzü-koyun. Uyanık düş görme sanatı herkesin olacak günün birinde. Bundan çok önce kitaplar kalkacak ortadan, çünkü insanlar uyanıkken düş görebilince (birbirleriyle ve bütün insanları yöneten ruhla) bildirişme güçleri öylesine artacak ki, yazı yazmak bir budalanın huysuz ve boğuk vıyaklamaları gibi görünecek.


Kaba hiyeroglif sanatını öğrenmeden, isteksizce öğrenmeye bile kalkışmadan, bir yaz gününün karanlık anısında uzanarak düşünüyor ve biliyorum bütün bunları. Daha hiç başlamadan bıkkınım bilgili ustaların çabalarından. Büyük yapının yüzüne bir kapı olsun nasıl açılır bilmeden, açabilme yeteneğim olmadan mimarın kendisini eleştiriyorum ve ileniyorum o mimara. Bu koskocaman katedralin eskimiş yüzeyinde minicik bir tuğladan başka bir şey olmasaydım, sonsuz ölçüde daha mutlu olurdum. Şimdi olduğumdan; çok minicik bir parça bile olsam bir yaşamım olurdu gene de, bütün yapının yaşamı benim de yaşamım olurdu. Ama dışardayım: içinde yaşamak istediğim yapının planı bir yana kabaca resmini bile çizemeyen bir yaban. Işık yanar yanmaz dağılan, büyüleyici, pırıl pırıl parlayan yeni bir dünya düşlüyorum. Yok olan ama ölmeyen bir dünya, çünkü kıpırtısız yatıp faltaşı gibi gözlerle karanlığa bakmam yetiyor, yeniden beliriveriyor karşımda… O zaman içimde bir dünya oluyor, bildiğim dünyaya hiç mi hiç benzemeyen.



Yalnızca benim olan bir şey olduğunu sanmıyorum; ancak görüş açısı yalnız benim olduğu için bu dünya da bana özgü. Özgün görüşümün dilinde konuşursam anlamıyor kimse; en koskocaman yapı bile yükselebilir, görünmez kalarak. Bu düşünce sarıyor beni. Ne yararı var görünmez bir tapınak yapmanın? Kabaran akıntıda sürükleniyorum -o küçük cümlecikten ötürü. Ne zaman yazmaktan söz edilse kapıldığım düşünceler bunlar.


Henry Miller’in Seksus adlı kitabında (25-30 sayfaları arasında), Mara’nın “Niçin yazmayı denemiyorsun” demesiyle döktürdüğü incileri okudunuz efenim.